Bu köşe yazısı büyük verinin hafızasının derinliklerinde saklanıp kalır mı, kaybolup gider mi yüz yıl sonra bilemiyorum; ancak “her şey insan çağıyla başlamıştı” diye yazacak belki de tarih kitapları. İnsan çağı -bilim camiasında bilinen adıyla antroposen başlayalı epey oldu esasında, fakat biz sanki bir karanlık çağın göbeğine yeni düşmüşüz gibi davranıyoruz. Oysa adına dijital devrim dediğimiz doğum sancıları bu dönüştürücü evreyi tetiklemişti çoktan. Sadece kültürel evrim ile biyolojik evrim arasında sıkışıp kalan biz Homo Sapiens için idrak kapısı henüz aralanmadı; bunun için yolumuz uzun. Zira beynimiz henüz bu kadar veriyi nasıl işleyeceğini bilmiyor, bilemiyor. Sosyal medya denen dipsiz kuyunun içinde kaybolmuş durumda, saniyede yüzlerce veriye maruz kalırken tek yapabildiğimiz -çoğu zaman- gözüne ışık tutulmuş tavşan gibi kalakalmak; ya da en fazla “beğenmek” ve “paylaşmak” tuşlarının arasında volta atmak.

***

Günlere yayılan ve ben bu satırları yazarken hala/henüz kontrol altına alınamayan kısımlarıyla devam etmekte olan orman yangınları felaketin dip noktasıymış gibi hissettirdi hepimize. Yoğun ve tarifi zor duygular arasında git-gel yaşadık. Ancak herkes yavaş yavaş gündelik hayata ve yeni sosyal medya gündemlerine geçiş yaparken, işte tam da bu noktada bana sorarsanız başlıyor hikayeyi bundan sonra nasıl yazacağımız ile ilgili sorunsal.

Doğal afetlere gark olmuş topraklarda yaşıyoruz. Deprem, yangın ve sel her yıl ülke gündemimize birkaç kez oturan gerçeklikler. Hiç dikkat ettiniz mi?! Evet, belki unutuyorsunuz ama her yıl bu felaketlere ayrılan kısa süreli gündemlerimiz oluyor bizlerin. Sonra? Sonrası malumunuz klasik “bir antroposen hikayesi”: her şeyi hızlıca tükettiğimiz gibi işleyemediğimiz bilgiyi de beynimizin derinliklerindeki dosyalara itip o gündemi de “bitiriveriyoruz”.

Tüketmek bir zihniyet işi; doğayı, emeği, toprağı, suyu, havayı, bedeni, ruhu kısacası şimdi ve burada olanı “canlı” kılmak ile tüketmek arasındaki yolculukta insan çağı yazıyor hikayesini. Kendinizde “canlı” kıldığınız her ne varsa, siz aslında parçası olduğunuz bütünden, dünyadan, yaşamdan, doğadan -adına siz her ne derseniz- yansıtıyorsunuz dışarıya.

Gündem bu hata usulca “sadece olumlu hisler” (positivevibesonly) kıvamında bir çizgiye çekilirken, ben sizi acının içinde “durmaya” davet ediyorum. O kadar hızlı tüketmeyin bu yoğun duyguların içinde geçiş halimizi. Durun. Durabilenler, duramayanlara kap olsun. Tutalım birbirimizi o kabın içerisinde. Zira idrak “yapmak” anında değil “olmak” halinde kendiliğinden doğuveriyor. Bizim işimiz o kıymetli anın doğuşu için alan açmak ve ona tanıklık etmek.

***

El ayak çekiliverince geride kalanların halini en iyi bilenlerden biriyle, 99 depreminde yuvasını, anasını, babasını, tüm ailesini kaybetmiş bir adam ile evliyim ben. O nedenle hadise şimdi başlıyor oradaki üretici için, çiftçi için, yuvasını kaybedenler için. Yereli, yerelin dokusuna küreseli yapıştırmaya çalışmadan, yerelde destekleyebilirsiniz. Ayni yada para yardımı gibi dikey ve hiyerarşik bir “hibe” olgusundan bahsetmiyorum. Yatay bir dayanışma kültürünün tesis edilmesinden dem vuruyorum; eşitler arası bir ilişki bahse söz konusu olan. Birbirine kap olmak, birbirine tutunmak zira böyle bir şey benim anladığım. Bu ilişkiyi kendi minik topluluklarımızda geliştirmeyi öğrenebilirsek o zaman doğaya da tepeden bakmanın ötesine geçebilmenin ilk adımını atabileceğiz. Umarım…