İşgalin başlangıç yerlerinden biri Pasaport, şimdiki Kantar Karakolu’nun ve Pasaport İskelesi’nin olduğu bina. Önündeki caddeye dökülmüş Hasan Tahsin’in kanı. Ve hemen “o” fotoğraf geldi aklıma. 1922’de yanan, eski binanın çatısında dev bir “Yunan Bayrağı”. Yani işgalcilerin, belki de bayraklarını ilk dalgalandırdıkları yerlerden biri burası.

Şimdi bu binaya benim nacizane girişimim ve Sayın Valimiz Yavuz Selim Köşker'in direktifiyle şanlı bayrağımız çekilecek. Kendisine çok teşekkür ediyorum.

Gerçekten üzülüyorum. Mehmet Akif’in öngörüsü tam olarak gerçekleşti.

Ne demişti koca şair? “Ders alınsaydı, tekerrür eder miydi tarih?”

Öyle sığ siyasetle bakmıyorum zamana, “tarafgirlik” dayatmasıyla da bakmıyorum. Bir beklenti ya da menfaat hırsım da yok. Sadece bu cehalet nasıl yapıştı yakamıza ve nasıl kurtulacağız?

Millî Mücadele, bağımsızlık ve ulusal ekonomi kokan fuarımıza “İzmir’in ortasındaki yeşillik” diyenlerin, küstahlıklarını sınırsızlaştırıp “anlayamıyorum bu İzmir’in bayrak takıntısı” lafını da söylemelerine şaşırmıyorum.

Ama ne yazık ki benim duyduğum bu söze, şöyle kallavi bir tepki koyamayanları da anlayamıyorum.

Hayır hayır anlıyorum…

“Tarih tekerrür” edebiliyorsa, eski “satılmış ruhlar da” gelmiştir yeryüzüne ve girmiştir bazı bedenlere.

Neden anlamayım ki?

Her devir de olmuş bu iki yüzlü, riyakâr ve satılmış bedenler.

Her türlü zaaf artıkça, bu bedenlerin sayısı da artacak. Hatta öylesine artacak ki, bukalemunlar bile şaşacak bu şeytani değişimlere.

Bir yanda “vatanıma, bayrağıma canım feda” diyen gencecik şehitler artarken, diğer yanda da “ben canımı sokakta mı buldum” diyecek aymazlar olacak.

Hem de her kademeden, sınıftan, makamdan...

Ama “ders alınabilmesi” için gizlenmeden öğrenilmesi gerekir. Belki de sıkıntı burada. Bizim iki yüzlü riyakarları, menfaat için her şey “satabilenleri” tanımamız hep engellenmiş. Öyle bir “gizem” sokulmuş ki son iki yüzyıldır tarihimize, bir kemirgen misali hep kemiriyor hep kemiriyor “gerçekleri”. Gazetelerin ortalarından kesilmiş haber ve fotoğraflar gibi boşluklar dolu tarihimizde. Ve ısrarla iddia ediyorum, bu boşlukların neden hep “kibirli menfaat” hırsı!

Geçen hafta bir akşam eşimle ve kardeşim gibi sevdiğim yakınımla, Pasaport’ta yemekteydim. Kantar Karakol binasının önünde, kimlik kontrolü yapan gencecik polis ve bekçilere takıldı gözlerim önce. Sonra da binayı, baştan aşağı seyre daldım.

Sevgili büyüğüm Yaşar Aksoy’un “Hasan Tahsin Yürekler Selanik” eserini hatırladım:

“Hasan Tahsin, Gümrük ile Pasaport arasında dar bir sokağın başında, kalabalığın arasındadır…”

İşgalin ilk gününü anlatır Yaşar Aksoy, Hasan Tahsin’in o sorgusuz şehadete yürüyüşünü…

“Bombalar arka arkaya iki defa patladıktan sonra, silah sesleri hemen ardından gelir. Hasan Tahsin hınçla silahının tetiğine basmaktadır. Efzonların en önünde yürüyen askerlerdir ki, bunlar üç kişidir, hepsi birden yere devrilir. Panik büyüktür. Yunan sancaktarı, İzmirli Teğmen Yanni ve iki yanındaki Jorj Papakostos ve Basile Delaris isimli iki Efzon askeri yere serilip ölmüşlerdir. Efzonlar az ilerideki Pasaport binası çevresinde durup mevzilenirler. Bir an için ileride duran tek kişiye bakarlar. Bomboş cadde üzerinde.”

İşgalin başlangıç yerlerinden biri Pasaport, şimdiki Kantar Karakolu’nun ve Pasaport İskelesi’nin olduğu bina. Önündeki caddeye dökülmüş Hasan Tahsin’in kanı.

Ve hemen “o” fotoğraf geldi aklıma. Telefonuma da kaydetmiştim. Aradım buldum. 1922’de yanan, eski binanın çatısında dev bir “Yunan Bayrağı”. Yani işgalcilerin, belki de bayraklarını ilk dalgalandırdıkları yerlerden biri burası. Kurtuluştan sonra, “Punta’dan” Alsancak’a dönüşen bölgenin başlangıcı yer biraz da. Aklıma geldi birden işte. 1922 yangınında tamamen yanan, daha sonra 1926’da Vali Kazım Dirik tarafından yeni mimariyle yeniden yapılan binaya, muzaffer başkomutan Mustafa Kemal Paşa’nın “bütün cihan işitsin ki efendiler, artık İzmir hiçbir kirli ayağın üzerine basamayacağı kutsal bir topraktır” sözünü vurgularcasına, yeniden kocaman bir gönder ve kocaman bayrağımız yakışmaz mı?

İzmir Valisi Yavuz Selim Köşker’e, Büyükşehir Belediye Başkanımız Tunç Soyer’e ve Konak Belediye Başkanımız Abdül Batur’a tweet mesajı yolladım. Bir gün sonra da Sayın Vali, yine tweet aracılığıyla “Dokuz Eylül’den önce bayrak çekilecek inşallah Hasan Tahsin Bey” diye yanıt aldım. Nasıl sevindim, nasıl mutlu oldum anlatamam. Neredeyse, gidip o caddeye, çöküp yere hüngür hüngür ağlamak geldi içimden. Ellerimi semaya kaldırıp “duy adaşım Hasan Tahsin, duy Miralay Fethi Bey, duyun 15 Mayıs 1919’un aziz şehitleri, o kanlarınızı boşuna akıtmadınız bu topraklara, uğruna can verdiğiniz bayrak, yeniden dalgalanacak Punta başında” diye haykırasım geldi.

Ve nereden nereye… O kapkara günlerde, işgal bayrağını selamlayan “validen” uğruna şehit olunan bayrağı, büyük bir hoşgörü ve mütevazılıkla yeniden dalgalandırmayı müjdeleyen valiye…

Bazı mesajlar canımı sıkmadı değil ama.

“Bu kadar önemli mi” diye soranlar, “neyin peşindesin, iktidar valisine bu yalakalık nedir” diye küstahlaşanlar… Umurumda değil elbet… Onların “çağ değişti” laflarının altındaki “emperyalist işbirlikçiliklerini” anlamıyor değilim. Nereye yamandıkları, nereden beslendiklerini de biliyorum. Ama “çağ değişse de” değişmeyen gerçek “anılardır” ve değerlerdir. Dostluk ve barış, sadece bir tarafın “eyvallah” demesiyle olmaz. Ben de biliyorum “yanlışları” ve inanın yazacağım. Çünkü sürekli “yanlışlardan” beslenenler yüzünden, çocuklarımız İzmir’de yaşamak istemiyor.

Bir Validen Bir Valiye…

İzmir’in işgal edileceği herkes tarafından duyulmuş olmasına rağmen Vali (Kambur) İzzet, hala İzmirlileri aldatmaya devam etti. İşgal günü ve haftası onca katliama seyirci kaldı, işgalcilere sevimli görünecek ne varsa yaptı, makamını korumak adına her şeyini fedaya hazırdı. Makamını da korudu. O kadar uyumlu o kadar işbirlikçi çalıştı ki, devrin Yunan hükümeti kendisine “Anoteron Taksiarhis” nişanı taktı.

Kim bilir? Kalp krizinden “terk-i dünya” ettiği 5 Ocak 1920 günü de bu nişan vardı ceketinde!

Vali İzzet'in "hastalığı ve ölümünü" tarihçi akademisyen Prof. Engin Berber, Aralık 1994’te "Toplumsal Tarih Dergisi'nde", "Aydın Valisi İzzet Bey'in Hastalığı ve Ölümü" adlı makalesinde ayrıntılı şekilde kaleme aldı. 1920'ye geldiğinde İzmir'de işgal, İzzet Efendinin de büyük gayretleriyle adeta kurumsallaşmıştı. Yunan işgalcilerinin her dediklerini yapıyor, her davetlerine icabet ediyor ve Yüksek Komiser Stargiadis ile de arasını iyi tutmaya çalışıyordu. Stargiadis bile İzzet Bey kadar "millete düşman" değildi neredeyse. Hep merak etmişimdir, bu Vali, son nefesinde acaba "pişmanlık" duymuş muydu? "Ölüleri hayırla anın" sözüne inanırım da söyler misiniz bu hainliği tescilli, açık işgal destekçisini nasıl "hayırla" anabiliriz?

Kendi yurttaşları keyfi katledilirken, kızlara kadınlara tecavüz edilirken, yağma ve talan doruğa çıkmışken, işgal valisi Stargiadis bile tepki gösterirken bu güya "Türk" Vali'nin sadece "seyirci" olması nasıl açıklanır? 6 Ocak 1920'de Yunan ordusunun "organizasyonuyla" düzenlenen törenle gömülmüş. Osmanlı bayrağına sarılı, ucuna da fesi konulan tabutu, Yunan işgalcilerin ağırlıklı katılımıyla önce Hisar Camisi'ne götürülmüş, sonra Hisar Camisi'nden Emir Sultan Dergâhına kadar, yine İzmir'deki işgalci yöneticiler, generaller, diplomatlar, vilayet memurları, halk, Yunan piyadesinin saf düzeninde "cenaze alayı" şeklinde ilerlemiş ve gömülmüş. Dikkat buyurun, Vali İzzet'in cenazesine işgalci Yunan hükümeti korgeneral rütbesine ulaşmış bir asker cenazesi muamelesi yapmış.

Kambur İzzet öleli 100 yıl olmuş. Acaba “Vali” olarak yaşarken, yolu Pasaport Binası’ndan geçerken, gözleri takılıyor muydu çatıdaki devasa Yunan Bayrağı’na.

Mutlaka, çünkü öylesine “meraklıymış ki” işgalcilerin her törenine davet edilir, o da kalkar gidermiş.

Ve 100 yıl sonra akıllara gelen bir “hak teslimi” …

Bu teslimi de bir “İzmir Valisi” yapacak. Şimdi Yavuz Selim Köşger’e saygı duymayayım da ne yapayım? Üstelik bir süre önce de Sayın Vali’ye, Vakıflar Müdürlüğü’nün “fetöcülerin” işgalindeyken yapılan bir kötü restorasyonu bildirmiştim. Basmane’deki Fettah Camii içindeki “Fettah Çavuş” kabrinin, akla ziyan ve güya tamir fotoğrafını yollamıştım. Anında el koydu, Vakıfla Bölge Müdürü Muzaffer Ataseven derhal çalışmaya başladı.

Biat mı ediyorum? Asla. Kimsenin her sözüne peşin eyvallahım olmadığını 30 yıllık gazeteciliğimde defaten kanıtladım.

Bu olayı da abartırım, büyütürüm.

Çünkü beş on yıldır İzmir’de “sempatik” gösterilen bazı “gizemli” hareketler mevcut. Siyasal değil, ekonomik, sosyal, kültürel girişim gibi gösteriliyor.

Mezar Başındaydık…

Geçen hafta cumartesi günü, İzmir’in rahmetli kalpaklı müftüsü Rahmetullah Çelebi’nin ölüm günüydü. Kokluca Kabristanı’nda, 2017 yılında onarılan kabrine gittik kardeşim Gökay Akgün’le. Benim inanışımdır, yanımda götürdüğüm bir şişe gül suyunu döktüm kalpaklı müftümüz ve eşi İkbal hanımın topraklarına. Bir baktım, İzmirli izci önderleri de gelmiş. Mehmet Hacımusalar ve arkadaşlarına da teşekkür ediyorum. Anmak lazım, hatırlamak lazım. Takip etmek lazım. Ben kendi adıma diyorum ki “eylemlere devam”! Daha sırada neler var neler.

Yarın 9 Eylül…

Muhteşem gün İzmir için Türkiye için. Sadece bir kentin “işgalden kurtuluşu” değil bu tarihi anlamı. 1919’da Anadolu işgalini başladığı İzmir, 1922’de kurtarılınca, bu “kurtuluş” ülkenin kurtuluşu olmuş. Ve İzmir’in kurtuluşu, Türkiye’nin kuruluşu anlamına yorulmuş. Statik ve papağan ve biraz da “tüccar” tarihçilikle anlatılamaz artık bu. 15 Mayıs 1919 – 9 Eylül 1922 arasının, objektif ve dinamik masaya yatırılması şarttır bence. Kurtuluşu masaya yatırırken, yangını da yeniden tartışmak gerekiyor. Kimin ya da kimlerin yaktığından çok, bu yangının sonrasının da irdelenmesi lazım. Ve inanın, “gizleyerek” hiçbir aydınlık oluşmaz!

Yarın gazetemiz 9 Eylül, muhteşem bir dergi de yayımlayacak. Bence bu dergi, İzmir’de 9 Eylül temasıyla hazırlanan en güzel dergi. Çünkü bazı yayınlara bakıyorum da, yazılanların 9 Eylül’le ilgisi yok. 15 Mayıs günleri anlatılarak ya da zaten bilinenler “bilinmiyormuş” gibi tekrar edilerek, söyler misiniz 9 Eylül ruhu nasıl diri kalabilir ki? Bana çok “manidar” gelen bu hamlelerin ardında bazı “ailevi korkuların” yattığını rahatlıkla söyleyebilirim. Bazıları da “bilimsel dürüstlüklerini” başka amaçlara devşirmiş, papağan misali rol kesiyor işte!

Sevgili dostum Haluk Işık çok yaşasın, yıllar önce öyle güzel mısraladı ki İzmir için 9 Eylül’ün önemini. Şimdi “her yıl her yıl aynı 9 Eylül” diyen “9 Eylül’ü festival gibi” görmek isteyen, 9 Eylül’ün kutsallığını, açacağı işletmeye “reklam imajı” olarak gösteren kapitalist ve ruhsuz küstahlara “şamar” maksadıyla yazıyorum:

“Sen "9 Eylül" dersin iki kelimeyle; ben değişen yazgı anlarım, özgürlük anlarım, bağımsızlık anlarım. / Sen "9 Eylül" dersin iki kelime; ben onurlu bir halk, rüzgârın çevirdiği sayfa anlarım. Sen "İZMİR" dersin iki hece; ben saygıyla ayağa kalkarım.”