Bazen İzmir’i eski zamanlarda “kötü ruhlar büyülemiş” diye söyleniyorum. Acaba İzmir kadar “birbirini yok saymak için uğraşan” kaç kent var dünyada?

Yok, hemen itiraz etmeyin, okuyun bakalım sonuna kadar.

Hep demiyor muyum, İzmir’in gizemli tarihi var diye? İzmir’in bazı süreçleri öğrenilmesin, hatırlanmasın, kurcalanmasın, sorulmasın, yazılmasın, araştırılmasın diye uğraşmış eski emperyalist düşmanların yerli iş birlikçi yazıcıları… Ya küfür kıyamet ya da yalan hamaset dolu tarihimiz. Bazı süreçler de güya yerli sermayedarlar tarafından tahrip ve tahrif edilmiş.

Ortaya da kalitesiz bir “karışık” çıkmış, ardından da “yersen” demişler.

Allah aşkına İzmir’de gerçekten geçmişinin bilincinde kaç kişi var? Geçmiş zamanda bir “Ticaret Odası Tarihi” yayımlandı, acaba kaç oda mensubu “merak edip” okudu? Yaşar Ürük de geçen yıl mıydı neydi, ESİAD için “İzmir’de Ticaret Hayatı ve Çarşılar (1850-1930)” kitabı yazdı. Ben bile görmedim. Acaba ESİAD üyeleri için (nedense tabi) basılan bu kitabı kaç İzmirli okudu?

İşte APİKAM’ın farkı burada… APİKAM ne basarsa halk görür, alır. Ama konumuz bu değil. (APİKAM’la ilgili de yazacağım birkaç gün sonra. Zira sağda solda yine cahil sesleri geliyor kulağıma.)

Ya esnaf teşkilatları? Var mı bir ses, nefes? Kemeraltı Esnaf Derneği de olmasa, İzmir’de esnaf, tüccar oldu sanacağız. Hoş, bazı büyük sermayedarların, tarih cehaletleri yüzünden Kemeraltı’nı da yok saymaya başladıklarını hissediyorum da, Allah’tan TARKEM var ucundan. Kemeraltı’nı yok sayan cahillerin durumu da içler acısı vesselam, yahu hiç mi aile albümlerine bakıp, dedelerinin fotoğraflardaki yüzlerinden utanmıyorlar acaba?

Ama durum inanın farklı. Farklı ve acı. Acı ve gaflet dolu.

2002-2013 arası her sabah ekranda “AVM karşıtlığı” yaptım gururla. AVM anlayışının, ülkemizdeki geleneksel esnaf birliğini yok edeceğini savundum. Marketlere karşı “bakkal amcaları” savundum. Savunurken de vicdanımla hareket ettim. Mehmet Ali Susam da, Zekeriya Mutlu da şahittir buna. Ama o yıllarda “ekmek hakkı” için seyyar satıcılık yapan yurttaşları da savundum. Düzen ve intizamdan bahsettim.

Fakat İzmir’de öyle lobiler ve kulisler var ki… Seyyar satıcılıkla işportacılığı karıştırıp, herkesi potansiyel tehlikeli görenler var. Bunların her biri farklı “rant lobilerinin” sözcüleri.

On yıl kadar önce Bornova’da, büyük bir ünlü marketin önünde üç tane seyyar meyveci vardı. Bornovalılar her akşamüzeri buradan alışveriş yaparlardı. Tazeydi çünkü meyveler. Marketin buzhaneden çıkarılan elmaları gibi değildi elmaları. Bir akşamüzeri zabıta, üç tane seyyarı kaldırmak için “operasyon” düzenledi. Halk engel olmak istedi, beceremedi. Konu bana ulaştı. Araştırdım. Zabıtaya şikâyetin, o ünlü marketten yapıldığını öğrendim. Öyle kesin karardı ki bu, hâlâ bugün de orada o seyyar yok.

Gizli AVM lobisi nasıl yerleşik esnafı mahvettiyse, bugün esnafın varlık savaşı nasıl düşük modda yapılıyorsa. İzmir’de seyyar satıcıların sokağı hareketlendirmesi de birilerinin işine gelmiyor. Oysa dünyada “sokak ticareti” ana ticaretin bel kemiği. Sokak ekonomisi, Amerika’dan Çin’e, Hindistan’a kural ve düzenle korunuyorsa İzmir’de de olmalı bu. Esnaf Birliği, Ticaret Odası da desteklemeli. Çünkü bugün büyük iş yeri olan pek çok tüccar ya da esnaf, dün seyyardı. Yalan mı?

Ha şunu da söyleyim ki, 100-150 yıl önce İzmir’de de seyyar ve sokak satıcıları vardı. Ama düzen içinde. Hurdacıdan gevrekçiye, çorapçıdan elmacıya, midye dolmacıdan kokoreççiye satıcılar da bizim insanımız ve yaşam hakları var. Öte yandan, pandemi yüzünden yeniden seyyar olan bazı yurttaşları da ben tanıyorum.

Burada aslında yapılması gereken yerleşik esnafla sokak esnafı arasında çağdaş bakış açısıyla düzen kurmaktır.

Koca koca adamlara “yok” saymak hiç yakışmıyor.

Bazen düşünmüyor değilim, şöyle beni istismar etmeyecek bir ekran olsa da “kaldığımız yerden” devam etsek.

Bugünlerde şu Balçova’daki doğa ve ortam katili, titanların kalelerine benzeyen dev beton AVM için yazıyorum diye pirelenenler varmış. Ellerinden geleni artlarına koymasınlar. Tetikçilerine de söylesinler açık savaşalım. Lakin inanın henüz bir şey yazmadım. Karbon salınımından ekolojik dengelere kadar bir sürü ihtisas örgütü varken bana düşmez.

Ne olacak bu İzmir’in hâli?

Son iki yüz yıldır “beş” kişi zenginleşsin diye “beş yüz” vatandaşı yok sayan düzen ne zaman yıkılacak?

***

VALİ BEY’LE 40 DAKİKA...

Pazartesi günü benim uzun zamandır bir girişimde bulunmayıp beklediğim “buluşmam” gerçekleşti. İzmir Valisi Yavuz Selim Köşger’in makamındaydım akşamüzeri. Vilayet’in uzun zamandır sıkıntılı restorasyonu da bitmişti. Nice geçmiş valiye makamlık etmiş tarihi bina, sonunda yeniden “Vali Bey” ile yaşama döndü. Ana kapıdaki güler yüzlü polis memurunun “Buyurun.” ifadesiyle girdim binaya… Ne çok girmiştim eskiden Valiliğe. Sevgili Ercan Doğu ağabeyimi hatırladım önce. Sonra Kutlu Aktaş’tan Cahit Kıraç’a tanıdığım valileri. Cahit Kıraç’tan sonra nedense “vali-halk iletişimi” durdu İzmir’de. Hatta ben valiliği de unutmaya başlamıştım. Ama Yavuz Selim Köşger ile birlikte, hele de şu Pasaport İskelesi ve Kantar Karakolu çatısındaki şanlı bayrağımız on yıllar sonra yeniden dalgalanmaya başladığından beri oldukça sempatik gelmeye başladı Valilik. Fakat depremle birlikte yeniden soru işaretleri belirmişti kafamda. Zira hâlâ devam eden zulüm, beni de çileden çıkarmıştı açıkçası.

Vali Yavuz Selim Köşger ile 40 dakikaya yakın görüştüm. Oldukça ilgili, hassas ve dikkatliydi Vali Bey. Deprem ve sonrasıyla ilgili neden tepkili olduğumu anlattım. Depremzedelerin ve her açıdan deprem mağdurlarının yazılmayan, üzerinde durulmayan sorunlarından, depremzedelerin evlerine çökmeye çalışan gruplardan ve İZDEDA oluşumundan bahsettim. Vali Bey tüm içtenliğiyle, özellikle hafriyat ve yıkımlarda haklı olduğumuzu, gerekeni yaptığını söyledi. “Vatandaşın huzurunu kimse bozamaz.” vurgusuna bayıldım doğrusu.

Vali Köşger, tarihe çok meraklı. Sormadım ama galiba Osmanlıca okumayı da biliyor. APİKAM ve İZELMAN’ın ortak çalışması olan “İzmir’in Son Osmanlıları, Kokluca Mezar Kitabeleri” kitabıyla, İzmir Büyükşehir Belediyesi Kent Kitaplığı’nın bazı eserlerini de sundum Vali Köşger’e. Kitaba olan merak ve ilgisi, kitabı tutuşundan belli inanın. Öyle kitapları alıp kuru teşekkürle bir kenara koyanları da gördü bu gözler. Vali Bey, dakikalarca kitapları inceledi, sorular sordu, düşüncelerini anlattı.

Ve benim çok hassas olduğum Damlacık konusunda da konuştuk. Vali Bey’in heyecanıyla merakı adeta karışmış. Ama istediği, Damlacık’ın tamamen halkın huzur alanı olması. Bekleyip göreceğiz. Ama Damlacık’ta her taş oynadığında, gidip bakacağım ve yazacağım.

İletişim benim için vazgeçilmez. Ben eleştiren taraftayım ama beyninin arkasında başka şeyler düşünenlerden olmadım. Kalemimi doğru bildiğim yönde oynatırım. Ama bunca aydır eleştirdiğim Vali Bey, Türkiye Cumhuriyeti’nin valisi, İzmir’imin valisi, böyle sevecen ve tebessümle dinleyip konuşuyorsa ben umutlanırım bu karamsar süreçte.

Dilerim ki, Vali Bey’in önem verdiği “yüz yüze iletişim”, İzmir’den Türkiye’ye her devlet adamından siyasetçiye, sanayiciden tüccara, askerden sivile herkese yeniden yayılır. Sosyal medyanın yüz yüze iletişime verdiği zarardan kurtulmayı da diliyorum tabii.

***

O SERTİFİKALARIN TARİHSEL ÖNEMİ VAR!

Hani yazmıştım geçtiğimiz yazılardan birinde; “İzmir Büyükşehir Belediyesi İzmir’in ‘arka sıradaki’ çocukları için havuzlar kurdu.” diye… İşte o havuzlardaki çocuklar yüzmeyi öğrendi ve sertifikalarını da aldı.

Bu haber size “sıradan” gelebilir. Şimdi yazılarının arşivinde gidin ve 16 Temmuz tarihli yazımın ikinci bölümü olan “ARKA SIRADAKİLERİN YÜZME SEVİNCİ” başlıklı satırlarımı okuyun.

İzmir Büyükşehir Belediyesi Gençlik ve Spor Hizmetleri Dairesi Başkanı Hakan Orhunbilge, İzmir Büyükşehir Belediyespor Başkanı Ersan Odaman, İzmir Büyükşehir Belediyesi Projeler ve Teknik Hizmetler Şube Müdürü Sezer Çiçek, İzmir Büyükşehir Belediyesi Gençlik ve Spor Şube Müdürü Bahadır Eroğlu, çocuklara sertifikalarını verirken mutlu olmuşlar.

Nasıl olmasınlar, Altınordu Mahallesi’nin çevresiydi benim büyüdüğüm yerler. Oranın üstünde, Kadifekale eteklerinde Kireçlikaya’da geçti çocukluğum, ilkgençliğim. Bir daha yazıyorum, çocukluğumda bana biri “Belediye başkanı kimdir?” diye sorsaydı, vallahi de “9 Eylül’lerde ortaya çıkan amca.” derdim. Benim çocukluğumda belediye böyle değildi. Çöp, su, otobüs ve arada asfalt dışında belediye hayatımızda değildi. Fakir doğduk, fakir büyüdük. O çocukların fotoğraflardaki sevinçlerini biz yaşamadık. Biz “yukarı ve arka mahalle çocukları” sevilmedik ki!

Kusura bakmayın, bu konu benim için çok önemli. Tunç Soyer’in başkanlığını beğenin ya da beğenmeyin, yarın ayrılsam dahi, o çocukların yüzündeki gülümsemeler için yine yanında dururum Başkan’ın.