24 Temmuz benim için sadece “Lozan’dır”... “Basın Günü” ya da “bayramı” falan da değildir. 1908 şartlarında dahi “bayram” yapabilen mesleğim, 2021’de “otosansürün” saçma rekabetin, sevgisizliğin kıskacında. İzmir iş dünyası “aidiyet” kavramının ne olduğunu konuşmaya başladı, müjdeler olsun. Ve bir yandan Gediz gerçeği bir yandan da “ham” yapılmaya çeyrek kala Çiçekliköy dramı! Peki İzmir neyin farkında?

Tarihin milletimiz üzerindeki etkilerine bayılıyorum…

Zafer oluyor, devrim oluyor, yasa çıkıyor ardından hooop “bayram”.

Sonra yıllarca “o gün” bayram yapılıyor, tatil falan oluyor. Ama halk üzerinde, o günün “gerçek” karşılığı ya unutuluyor ya da unutturuluyor.

24 Temmuz 1908.

İkinci Meşrutiyet. “Meclisli padişahlığın” devamı yani. Sultan Abdülhamit 1876’dan sonra “tek” olmuş ya? Emperyalizmin taktığı isimle “Kızıl Sultanmış” ya?  Halk özgürlüğe susamış ya?

Artık nasılı nedeni bir yana, “kahramanlar” çıkmış ortaya ve 1908’de getirivermişler “özgürlüğü” alem-i cihana. Bakmışlar ki “sansür” var basının üzerinde. Demişler ki “olmaz”! Hoop onu da kaldırmışlar. Basın bir özgür olmuş, bir hür olmuş ki sormayın.

1908’de “kaldırılan” sansür, vallahi yıl oldu 2021 hala yok ortada (!) 1908’de “gelen” özgürlük öyle bir yayılmış ki ortaya, İsveç’i, Norveç’i, Almanya’sı falan hep imreniyor bize. Hatta merak ediyorlar “113 yıldır nasıl böyle muhteşem özgürsünüz” diye?

Bayramda yazamadım ya? Doldum, böyle devam edeyim istedim. Ortalıkta dolanan “içi boş” nutuklardan içim şişti.

24 Temmuz Basın Bayramı imiş…

Tarihimizi “başkalarının” gözüyle okuduğumuz sürece kendimizi kandırmaya devam edeceğiz. 15 Temmuz 2016’da da gördük ki “kandırılmak” milli özelliğimiz! Sansürü de hep “iktidar” yaparsa sorun, ya gazetecinin kendine uyguladığı sansür? O ne olacak?

Yahu farkında mısınız İzmir’de İzmir’in gazeteleri yayımlanmadı koskoca bayram tatilinde? Adı “Bayram” olan gazete bile yoktu.

Haksız mı gazeteler? Dibine kadar haklı… Maliyetler çok fazla belki. Belki bazı patronlar da çalışan gazetecilerin refahından çok kendi refahlarını düşündüğünden, bayramda basmayı “fazla” buldular, olamaz mı? Ne de olsa hepsi, çalışanlarına öyle maaşlar veriyor ki, borçsuz kaygısız yaşam sürüyor “özgür gazeteciler”!

Yazdıklarıma kızan kızar, kızan dondurma yer umurumda değil. Hayatımın neredeyse 40 yılı basında geçti, merak eden mi oldu sanki. Bundan sonra ne yaşarsam “düğün bayram”, susarsam da “terbiyesiz” olayım.

İzmir’in Çeşme meraklısı iş adamları, sanayicileri bayram tatilinde denize bakan villalarının verandalarında, sabah kahvelerini içerken gazete okumak istemedilerse ne yapayım? Yok ama, alayı “İstanbul gazetesi” meraklısı. Doydukları kentin gazetelerini neden okusunlar ki?

Merak ediyorum, 1908’de “sansür” kalkınca, ilk akşam “Hristo’nun Meyhanesi'nde” ne yaptı eski gazeteciler? Nasıl kutladılar? Hoş, 1908’de bir “sansür” kalktı üç beş yıl içinde başka “sansür” geldi ve hatta Galata Köprüsü üzerinde gariban Hasan Fehmi de ensesinden vuruldu ama, bizim için 24 Temmuz hala “basın bayramı”… Allah’ım aklımı koru!

Tasarruf Genelgesi falan işin en tuhaf yanı dedim, diyorum. Gazeteler neden bayilerde yeterince yok? Neden reklam yapamıyorlar?

Söyleyeyim, çünkü İzmir’in gazetelerini İzmir’in “baronları” ciddiye de almıyor dikkate de, çünkü “ilan ve reklam” dediğiniz sadece “kendi olası sorununu örtmek” kabul ediliyor iş dünyasında.

15 Temmuz 2016’da yaşadığımız “büyük kırılmayı” bile yeterince mercek altına alamıyorsak, yurttaşlarımızı, hakları ve sorumlulukları anlamında aydınlatamıyorsak, onların yaşadıkları haksızlıkları, objektif olarak yansıtamıyorsak söyler misiniz bir iki belediye başkanının “demokratik” yaklaşımı mı kurtaracak basının geleceğini?

Yahu fark edelim artık, 24 Temmuz’un hala hatırlanıyor olmasının “başka” nedenleri var. Dedim ya “Hristo’nun Meyhanesi” diye? İşte imkân olsa da o gece o meyhanede buluşanlar neler konuştu öğrenebilsek?

Bu arada İzmir Gazeteciler Cemiyeti’nin 24 Temmuz nedeniyle yayımladığı mesajı da aynen benimsiyorum. Lakin mesajın daha ayrıntılı irdelenmesi için geniş çaplı objektif bir araştırma da yapılmalı. İzmir basınının en büyük derdi maliyet ise bunun da iki nedeni var sadece biri patronların bakışları, diğeri reklam ilan alanında İzmir iş dünyasının kalibresizliği. Tabii basın anlamında da yöntem yanlışları var ama öncelik dediğim iki nedende bence.

***

'AİDİYET' DEDİM UĞULTULAR YÜKSELDİ!

İzmir Sermayesi ve Kültür” başlıklı yazılar yazdım geçtiğimiz günlerde. Açıkçası bu kadar okunacağını tahmin etmiyordum. Lakin başta Sayın Sıtkı Şükürer’in çabası ve bazı sosyal medya gruplarının desteğiyle yazılarım, şimdilerde tatilde olan “ağalar” tarafında okunmuş. Kendi aralarında fikir alışverişi de yapmışlar. Hepsine eyvallah da “takıldıkları” noktaları bana telefon açıp sorsalardı ya? Ben “fikirlerimi” faturayla paylaşmıyorum ki?

Anladığım kadarıyla en çok takıldıkları “aidiyet” konusu. Bir kere şunu söyleyeyim, bu beyler akşamları sanırım şu acayip dizilerden bir ya da birkaçını izliyor. Repliklerin tamamıyla cahilce ve sanki “edebiyat” parçalar gibi ama anlamsız yazıldığı diziler. Ata sözlerinin güya esrarengiz mesaj veriliyormuş gibi harcandığı, eli silahlı başı külahlı cahillerin de sıkıştıklarında tetiğe bastıkları diziler. Hatta Alsancak ve civarında bazen o dizilerdeki tuhaf gençler gibi giyinenleri de görüyorum. Baba parası çok olunca, kimse onlara “komiksiniz” demiyor nasıl olsa. Dar pantolonlar, güzel ve parlak ayakkabılar, ayakkabının içine çorapsız sokulan ayaklar, gümüş kocaman ve üzerinde ne motifi olduğu anlaşılmayan yüzükler. Hani bazen kendi kendime “yahu biz sokakları dizi platosu yaptık da bedavaya figüranlık mı yapıyoruz acaba” diyorum.

İşte bazı “baron adaylarının” anlamadığı “aidiyet” bu işte. Ama üzülmesinler. İzmir’de son iki asırdır, “arka sıradan” bir şekilde “ön sıraya” terfi eden tüm İzmirliler, aynı toplumsal yozlaşma sınavından geçmiş. Kramer Palas terasında bunlardan çok varmış bir zamanlar. Sporting Club terasında “babaları” İngiliz İntelejans mensubu Levantenlerle “beş çayı” içerken, onlar da Kramer Palas’ta belki de akşam gidecekleri “Marika’nın evini” planlıyorlardı. Hoş şimdi Kordon’da eski Sporting Club yerindeki İzmir Ticaret Odası terası da pek meşhur diyorlar.

Yani yazsam da söylesem de İzmir’de “bazı gerçekler” asırlardır aynı. Lakin “aidiyet” zamanla ve olaylarla kayboluyor üstadlar! Daha önce de yazdım, 1922 sonrası İzmir’de gerçekten “İzmirlilik” de bitti. “Arka Sıradakiler” zaten durumun farkında değildi ki? İşgalin acısını en fazla onlar yaşadı, kurtuluş da ise tam sevinemeden “yeni İzmirlilerin” oyunlarına düştü çoğu.

Şu anki İzmir sermayesi, gerçekten İzmir ruhundan uzak. Mesela Tarkem, sevin sevmeyin ama bir şeyleri yeniden ayağa kaldırmaya çalışıyor. Lakin anlamadığımı bir kez daha söyleyim, neden İkiçeşmelik’de gram kıpırtı yok? Ciddi söylüyorum, bana kafayı takanlar bir gün İkiçeşmelik camisi yanından tırmansınlar yukarı doğru. Gördüklerini ve hissettiklerini de bana yazsınlar. Yanılıyorsam buradan alayından özür dileyeceğim. Dertleri imanları para, kâr olanlar gerçekten daha çok para kazanmak istiyorsa, eski İzmir’in ayağa kalkmasına omuz versinler.

İzmir Valiliği Damlacık’ı “elden geçirme” ve “yaşama katma” projesi hazırlıyormuş. İyi de İzmir Valiliği önce “İzmirli olmanın” tanımını yapabilir mi? Yine bildik yandaş müteahhitlerin ve İzmirli olmayan girişimcilerin karşımıza çıkacağı bir çalışma olacak Damlacık’ta. Peki İzmir sermayesinde gerçekten “İzmir aidiyeti” olsaydı, Damlacık, Basmane, İkiçeşmelik böyle garip guraba, fakir fukara görüntüsünde olur muydu?

Öyle bana Çeşme, Alaçatı verandalarından güya esrarengiz mesajlar yollamayın efendiler. Ben sizin babalarınızı da, dedelerinizi de, ne yaptığınızı da bilecek kadar İzmirliyim!

Tabii bir konu daha var ama şimdi yazmayacağım. Kalbur üstü tabir ettiğimiz zevatın içinde hala İzmir gerçeğini yaşayan çok değerli numune İzmirliler var. Onlar o kadar derin bilgilere sahip ki, dinledikçe hem memnun oluyorum hem de biraz korkuyorum. Lakin herkese tavsiyem şudur; dede, nine, büyükdede, büyük ninelerinizle gurur duyun. O yıllar bazı mecburiyetlerin yaşandığı yıllardı. İzmir’in çok kültürlü, çok inançlı, çok renkli yapısı aslında bozulmadı, sadece “mecburiyetlerle” gizlendi. Gizlenmeseydi buna en çok “Kraliçe” kızardı.

Anladınız mı? Endaxi?

***

AH GEDİZ VAH GEDİZ!

Gediz meselesi hakkında daha detaylı yazacağım. Ama Başkan Tunç Soyer’in gayret ve inancını da yürekten takdir ediyorum. 90’lı yıllarda EGEV de Gediz nehri ile ilgili çalışma raporları hazırlamıştı. Uğur Yüce mutlaka hatırlar. O yıllarda Ege TV’de üst üste yayınlar yapmıştık. Gediz’in asıl kirlenme nedeninin sanayiciler olduğunu zaten o yıllarda da biliyorduk. Nerede acaba o raporlar? Ama şu da var ki İzmir’de Gediz örneği gibi başka örnekler de var, mesela çimento fabrikaları? Arıtma ve filtreleri maliyeti yükseltiyor diye nasıl kapatırlardı geceden sabaha? Aklıma Naldöken köylüleri geldi vallahi. Ben konuyu ekrana taşıdığımda da, devreye İstanbul gazeteleri girer, hafta sonu onların desteğiyle “yeşil sayfalar” yayınlarlardı. Vay be…

***

ÇİÇEKLİ KÖY’ÜN ÇİÇEKLERİ SOLACAK MI?

Bayramdan önce konuklarım vardı. Öyle dertli ve kaygılıydı ki hepsi. Bornova Çiçekliköy’de “birileri” kafalarına takmış altı bin civarında konut yapacakmış. Öylesine bir projeymiş ki bu, Çiçekliköy’ün tarihi, kültürel konumunun içine edecekmiş. Bugünlerde gideceğim köye, öğrendiklerimi de yazacağım. Cumhurbaşkanı Erdoğan geçen günlerde bir açıklama yapmış ve demiş ki: “Yaylalarımızın, dere yataklarımızın, sahillerimizin, dağlarımızın, nehirlerimizin çarpık yapılar ve zihniyet tarafından istila edilmesine göz yummadık." Her ne kadar tebessüm de etsem, Çiçekliköy’de “birilerinin” doğayı ham yapma girişimini başta Cumhurbaşkanı olmak üzere İzmir Valisi, Orman Bakanı, Şehircilik Bakanı, AK Parti İl Başkanı, milletvekillerinin dikkatine sunuyorum. Çiçekliköy’ün çiçekleri de solarsa, İzmir havasızlıktan ne olur acaba? Zaten köy girişine yapılan okul kampüsü de dikkatimi çekmedi değil ama, bu devirde nasılsa yapan da yapıyor yıkan da yıkıyor. Söz konusu “rant” olunca maşallah herkes susuyor!