Sorunun yanıtı, bireyin kendisinden başlayıp, toplumsal yaşamdan yeryüzünün her yerine uzanan bir içerik taşıyor, taşımak zorunda. Bu kaçınılmaz gerçek kabul edilmediği, bir yaşama biçimine ve algıya dönüşmediği sürece, barış adına söylenen her sözün, gösterilecek her davranışın tek karşılığı vardır: yalan! Yalanın en kötüsü ise, önce uyduranın inanması ve toplumun-insanlığın inanması için her türlü yöntemi devreye sokması ve işin acısı bunu kimi zaman başarıp, tüm değerleri dinamitlemesidir.
Cehennem kazanına döndürülmüş, izansızlığın, insafsızlığın ve gözü dönmüşlüğün egemenliği altında yaşayan ülkemiz, artık kocaman bir mezarlık ve hazin bir taziye evinden başka bir yer değildir. Ölümden başka kutsayacak bir şeyi kalmamışların, insan zekasıyla alay edercesine, saygısızlık ve densizlik örnekleri sunması, korkunç bir akıl dışılığın, nedenini ancak kendilerinin bilebileceği vahim travmaların ve hesabını er ya da geç verecekleri suçların itirafıdır.
Bu zavallılarla, insanlığı ve hayatı kutsayan, onurlandıran hiçbir değer, kavram, olgu ve tanım tartışılamaz. Hep söyledik, aynı dili konuşmanız, aynı şeylerden söz ettiğiniz anlamına gelmez. Kodlarını doğru okumadığınız, çürümüş yürek ve beyinlerinin ardında yatanları görmediğiniz sürece, bu hastaların dümen suyuna girer, çırpınırsınız. Onlar, hala sahip olduğunuzu ve koruduğunuzu sandığınız her şeyi sonuna dek kullanarak, asıl meramlarına doğru koşar. Sizin demokrasi, insan hakları, çağdaşlık dediğiniz, onların vitrinde tuttuğu, işi bitince doğrayıp yakarak çöpe attıkları-atacakları teferruatlardır. Siz bunlardan söz ettikçe kıs kıs gülecekler, ama sizden daha ateşli biçimde dillendirecekler, siz rahat uykulara yattığınızda, ağızlarını zehirli sularla çalkalayıp, hepsini tüküreceklerdir. Yetmez ama evetçilerin, şımarık liboşların, şimdi bin bir düş kırıklığıyla, onları koltuklamaktan vaz geçtiğini itiraf edenlerin içler acısı halini görmek ve tanımlamak için de, bunları bilmek zorundayız.
Barış kavramını, kişisel ikbaliyle koşut, çıkarlarına hizmet ettiği oranda tedavülde tutulacak bir sözcüğe indirgeyenlerle, neyi nereye kadar konuşabilirsiniz? Hamaseti bile utandıracak demagojik söylemler, elinde tuttuğu sistem aygıtının verdiği kibirlenme ve efelenme içinde, konuştukça batmayı bile avantaja çevirme çabaları, barışı tanımlayabilir mi, sağlayabilir mi, bir yaşama biçimine çevirebilir mi? Elbette hayır. Tarih, bunun yeni bir örneğini, ne yazık ki bu topraklarda yaşıyor, yazıyor. “Yurtta Barış, Dünyada Barış” şiarının bayraklaştığı, “Ulusun kaderi tehlikeye düşmedikçe, savaş cinayettir” sözünün yaşama biçimine dönüştüğü bir ülkenin; bu kadar kısa süre içinde bireysel, toplumsal ve uluslararası barışı nasıl çarçur ettiği sorusu, kuşkusuz pek çok tarih, psikoloji ve sosyoloji tezinin yazılmasına yol açacak. Bir ülke, bununla övünebilir mi? Bir halk, böyle bir tragedyayı kabul edip, algısını, zekasını, vicdanını, ahlakını sıfırlayabilir mi? Sapıklık, kimi zaman kitleleri paralize edebilir, halkları savurabilir, ülkeleri vahim bir geriye düşüşe ve çürümeye sürükleyebilir. Ama bilinir ki, failleri mutlaka, ama mutlaka bunların hesabını vermiştir, verecektir. Çağdaşlığın ve uygarlığın bir ölçütü de, halkların ve ülkelerin bunu başarabilme yeteneğidir.
Genci, kadını çocuğu, polisi, askeri, kısaca bu ülkenin yurttaşları demet demet toprağa verilirken; kalbimiz kanamakta, ruhumuz çürümektedir. Düzdeki sinsilikle, dağdaki alçaklık el ele vermiş, bizi imha etmeye çalışmaktadır. Ölenler bu toprakların çocuklarıdır ve onlara bu topraklardan başka ağlayan olmayacaktır. Şimdi her ev, nefes alınan her yer, bu alçaklığa direnme hakkına sahiptir. Bireysel ve toplumsal barış… Evet, mümkündür!