Rabbin bal arısına şöyle vahyetti:

Dağlardan, ağaçlardan ve insanların kurdukları çardaklardan kendine göz göz ev (kovan) edin. Sonra da her türlü meyveden ya da Rabbinin sana yayılman için belirlediği yolları tut!” Onların karınlarından renkleri çeşit çeşit bir şerbet çıkar ki, onda insanlara şifa vardır. Elbette düşünen kimseler için bunda alacak ibret vardır.

(Kur'an, Nahl suresi. 68. 69.)

Hiç öyle eveleyip gevelemeden yazacağım:

-Ben bu tanrılara, yani Olympos'ta oturdukları varsayılan mitoloji tanrılarına inanmıyorum.

1965 yılındaki Turist Rehberliği Kursu'nu baz alırsak, yarım yüzyılı aşkın süredir bu konuyu yazan, konuşan biri olarak bu düşüncem berraklaşıyor.

Neymiş efendim; bunlar önce Titanlarmış, sonra onları alt eden tanrı ve tanrıçalar ele geçirmiş evrenin yönetimini.

Başlangıçta Khaos (esneyen boşluk, dipsiz mağara) varmış da, ondan her şeyi birleştiren yaşamı kuran Eros (sevgi) çıkmış da; bizim Gayya Kuyusu dediğimiz Gaia'dan gece ve gündüz belirmiş. Gaia, kendi kendine yıldızlarla bezeli Sema'yı (Gökyüzünü), Okyanus'u, yani ürün vermez denizi yaratmış; daha sonra verdiğini geri alan Kronos (Zaman) ortaya çıkmış. Kronos Rhea'nın doğurduğu çocukları yutuyormuş; anası son çocuğu Zeus'u doğurunca, onun yerine belediği (kundağa sardığı) uzunca bir kaya parçasını babasına yutturmuş. Kaz Dağı'nda doğan Zeus'u Amalthe adlı keçi emzirmiş, bir aslan büyütmüş, kısa sürede gelişen Zeus, babası Kronos'un yuttuğu kardeşlerini de kusturmuş da...

Geçiniz bunları efendim, geçiniz.

Zeus'un başkanlığındaki Tanrılar Kurulu (her işe bakan ayrı devlet bakanı diyelim), başı bulutları delen ulu dağ Olmypos'ta muhteşem sarayda oturuyorlarmış. Aralarına hiçbir ölümlüyü almıyor, insan nüfusu arttıkça savaş çıkarıyorlarmış...

Sakın bu Zeus denilen Deus (yani Tanrı) baş ağa veya en büyük derebeyi de; zavallı insanları kendilerine kul, köle ediyor olmasın? Bir de bu ilahların yiyip içtiklerine bakar mısınız lütfen? Bu beyefendiler ve hanımefendiler, nektar içip ambrosia yiyorlar. Nektar, çeşitli dinlerden bildiğimiz “Ab-ı Hayat” veya “Bengisu” denilen ve içene ölümsüzlük veren sıvı içecek. Yahu kardeşim, bu ilah ve ilaheler esasen ölümsüz değil mi? Ne diye ölümsüzlük ardında koşuyorlar? Ben size bir şey söyleyeyim, yani yazayım mı? Bu “nektar” denilen şey, Anadolulu (Bozdağlı) Dionysos (Baküs) adlı tanrının veya ondan öğrenen İkarus'un ürettiği şarap olsa gerek. Biliyoruz ki; Smyrna'dan Knidos'a, Metropolis'ten Aigai'ye kadar, Anadolu'nun çeşitli polislerinde (şehir devletler) üretilen en kalite şaraplar, zamanın zenginlerine gidiyordu.

Ya yiyeceklerine ne demeli? Bu keyif ehlileri, senin benim gibi zeytin-ekmekle değil, “Ambrosia” ile besleniyor. Bunun sıfatı da “tanrı yiyeceği”. Bu ne olabilir dersiniz?

Bence bu, en azından 5 bin yıldır insanların besin ve ilaç olarak tükettikleri bal olsa gerek. Zira bal, yüce kitabımız Kur'an'ın da açıkladığı gibi, “Onda insanlara şifa vardır.”

**

Bal” deyip geçemeyiz. Balın kısa tanımı şöyle:

Bal arılarının bitki ve çiçeklerden topladıkları bal özünden yapıp, kovanlarındaki peteklerin gözelerine doldurdukları, rengi beyazdan esmere kadar değişen, tatlı, koyu sıvı madde.”

Bu tanım bal üretiminin basit bir şey olduğu izlenimini uyandırıyor. Oysa arılar ve onların muhteşem ürünü ve yüzde 80'i şeker olan besinin üretimi, aklın kolay almayacağı bir mucizedir. Çok değişik sayılar verilmekle birlikte, ortalama 1 kilogram bal demek: 40 bin arı, 6 milyon çiçek ve 2 milyon kilometre yol demek. Bal arıları, kovanlarından 10 kilometre kadar mesafeye ulaşabiliyor, buldukları bolca nektarın yerini, akıl almaz dans gösterileriyle kovandaşlarına belli ediyor. 40 bin arı dedim ya; her kovanın ağzında bir kaç bekçi arı var. Bu harika yaratıklar, içerideki Kraliçe Arı'dan aldıkları kokudan, yabancı arıları içeri sokmuyor. Bu kadar zor üretilen (tanrısal) balın sahteleri ortaya çıkarılmakta gecikilmiyor. Sahte balı hakikisinden ayırdetmek, benim gibi sade vatandaşın becerebileceği bir iş değil.

Bilenler diyor ki; arıların, bal üretmek kadar, bitkiler arası tozlanma ve döllenme için olağanüstü işlevi var. Bilgin Wilson; yediğimiz her gıdanın ve içtiğimiz her içitin en azından üçte birini arılara borçlu olduğumuzu açıklıyor.

Özellikle Muğla ve Doğu Karadeniz olmak üzere, Türkiye için beslenme, sağlık ve ekonomi için çok büyük önemi olan arıların ve balın değerini bilmeliyiz.

Sizi korkutmak için değil ama arıların önemini anlamamız için gelmiş geçmiş en büyük bilgin sayılan Einstein'ın bir görüşünü aktarayım:

Bal arıları yok olursa, en geç 4 yıl içinde dünyadaki yaşam sona erme tehlikesiyle yüz yüze gelir.”

Levni'nin “Ne Güzel Uymuş” şiirini, bu yazıyı okuyan gençlere armağan olarak sunuyorum:

Çiçeğe arı arıya asel*

Aptala boru boruya gazel

Şaire türkü türküye güzel

Güzele gerdan ne güzel uymuş

Kavuğa sarık sarığa sümbül

Köçeğe yanak yanağa kakül

Bahçeye güllük güllüğe bülbül

Bülbüle efgan ne güzel uymuş

Kediye fare fareye kovuk

Meclise kelam kelama doruk

Hastaya çorba, çorbaya koruk

Koruğa havan ne güzel uymuş

Yemeğe sahan sahana kalay

Fakire kibar kibara saray

Hünkara vezir vezire alay

Alaya kaftan ne güzel uymuş

Kapıya kilid kilide miftah

Dervişe hırka hırkaya külah

Kahveye yaran yarana meddah

Meddaha yalan ne güzel uymuş

Yayana atlı atlıya koşu

Dallıya kuşak kuşağa poşu

Sohbete helva helvaya turşu

Turşuya soğan ne güzel uymuş

Yağlıya nakış nakışa ipek

Üstada hüner hünere emek

Levni'ye güzel güzele döşek

Döşeğe yorgan ne güzel uymuş

(Nakkaş Levni)

*Asel=Bal