“Mart yağar Nisan övünür,

Nisan yağar insan övünür.”

Gözlüğü takalım, sözlüğe bakalım:

“nisan s. (ni san) Ar. nisan. Yılın dördüncü ayı, april. Nisan yağar sap olur, mayıs yağar çeç olur. 'Nisan yağmuru ekinlerin sapını geliştirir, mayıs yağmuru ise başakların olgunlaşmasını sağlar' anlamında kullanılan bir söz.”

Tanımda geçen “april” sözcüğünün “avril” diye söylendiği de olur. Şu söz, Ege'de yaygındır:

“Kork avril'in beşinden / Öküzü ayırır eşinden.”

Nisan'ın 5'i geride kaldığına göre, biz bu ayın kendisiyle ilgilenelim. Karşınıza çıkan 100 kişiye, en çok hangi ayın sevdiğini sorsanız, çoğunluk “Nisan” dese gerektir. Adı güzel, kendi güzel bir ay. Ama yine de, her ayın ayrı özelliği olması hoş bir durum. Ne diyor, 1967'de “Yaşayan en büyük Türk şairi” seçilen Fazıl Hüsnü Dağlarca:

“Çok muntazam ki bana hüzün verir.”

Sümerceden başlayarak, “Nisan” yerine kullanılan sözcüklerin “ilk ay”, “ilk ürün”, “turfanda” gibi anlamları olduğunu görüyoruz. “Mart kapıdan baktırır / kazma kürek yaktırır” ise; “Mart'ın yarısı kış, yarısı yaz” ise de, Nisan'ın tümü ilk yaz. Nisan: Gelin. Halk usta, Nisan yağmurunun “cehver yağdırıcı”, “bereket saçıcı” olduğunu kavramış ki; buna olağanüstü derecede önem vermiştir. Tabiri caizze: “Ketresi zayi edilmez!”

Nisan yağmurları, bir kapta toplanır; şifa niyetine hastaya sunulur. Bunun en güzel örneğini Konya'da, Mevlana Müzesi girişinde görürüz. Daha önce bir vesileyle yazmıştım ama, bir daha anımsasak yeridir. Şöyle yapalım: Takılın ardıma (bakın “peşime” yazmadım, çünkü o sözcük “ön” anlamındadır; peşin, peşinat, peşrev vb). Alaaddin Tepesini gerimizde, Aziziye ve Selimiye camilerini sağımızda bırakarak, Anıtkabir ve Topkapı'dan sonra en çok ziyaret edilen Mevlana Müzesine geliyoruz.

Dervişan Kapısından giriş yapıyoruz. Mescid'e ait olan Son Cemaat Yeri'nin sağında Türbe Kapısı ve bu kapı kemerinin üzerinde kufi yazı ile “Konya Asar-ı Atika Müzesi” ibaresi okunuyor. Bunun da üzerinde ve büyük kemeri dolduran ahşap şebeke üzerindeki levhada, Molla Abdurrahman Cami'nin şu Farsça beyiti yazılı:

“Kabet'ül uşşak başed in makam

Her ki naka amed inca şud tamam”

(Bu makam aşıkların Kabesi oldu

Buraya noksan gelen tamamlandı)

Bunun üzerindeki büyük levhada ise “Ya Hazret- i Mevlana” yazısı göze çarpar.

“Tilavet Odası” denilen Hat Dairesi ve Gümüş kapı geçildikten sonra, Huzur-ı Pir denilen türbeye vasıl olunur. Mevlana ile diğer ermişlerinin sandukalarının bulunduğu mekanın baş tarafında, büyük şair ve düşünürün “Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol” sözü vardır. Bir duvarda ise yine Mevlana'nın şu ünlü rubaisi okunur:

“Bazâ bazâ her ançe hesti bâza

Ger kâfir-u gebr-u bût peresti bazâ

İn dergeh-i ma dergeh-i nevmidi nist

Sed bar egar tövbe şikesti bazâ”

(Gel gel ne olursan ol yine gel

Kafir putperest ve mecusi olsan da yine gel

Bizim dergahımız ümitsizlik dergahı değildir

Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel)

Nisan Tası

Mevlana Müzesindeki hayranlık uyandıran objelerden birisi “Nisan Tası”. Bronz üzerine altın-gümüş kakma desenli ve figürlü ve yapıt, İlhanlı Sultanı Ebu Said Bahadır Han (1305-1355) için Musul'da yaptırılmış; 1333 yılında Emir Sungur Ağa aracılığıyla dergaha hediye edilmiş. Türk-İslam geleneğine nisan yağmurları kutlu ve şifalı sayıldığı için, bu kaba doldurulur, ziyaretçilere ikram edilirdi. Yazının burasına, Cahit Sıtkı'nın, Nisan tasına koyulmaya değer şiirini koymak yakışık alır:

DESEM Kİ...

Desem ki vakitlerden bir nisan akşamıdır,

Rüzgarların en ferahlatıcısı senden esiyor,

Sende seyrediyorum denizlerin en mavisini,

Ormanların en kuytusunu sende gezmekteyim,

Senden kopardım çiçeklerin en solmazını,

Toprakların en bereketlisini sende sürdüm,

Sende tattım yemişlerin cümlesini.

Desem ki sen benim için,

Hava kadar lazım,

Ekmek kadar mübarek,

Su gibi aziz bir şeysin;

Nimettensin, nimettensin!

Desem ki...

İnan bana sevgilim inan,

Evimde şenliksin, bahçemde bahar:

Ve soframda en eski şarap.

Ben sende yaşıyorum,

Sen bende hüküm sürmektesin.

Bırak ben söyleyim güzelliğini,

Rüzgarlarla, nehirlerle, kuşlarla beraber.

Günlerden sonra bir gün,

Şayet sesimi farkedemezsen,

Rüzgarların, nehirlerin, kuşların sesinden,

Bil ki ölmüşüm.

Fakat yine üzülme, müsterih ol;

Kabirde böceklere ezberletirim güzelliğini,

Ve neden sonra

Tekrar duyduğun gün sesimi gökkubbede,

Hatırla ki mahşer günüdür

Ortalığa düşmüşüm seni arıyorum.

Cahit Sıtkı TARANCI

(Yücel Dergisi 1940)

“OTUZ BEŞ YAŞ”, sayfa 162