Aşk’ı bulmuşsanız zaten küçük çaplı bir mucize hayatınızda gerçekleşmiş demektir. O kadar çok rastlantının bir araya gelmesi ve insanın ruh eşini bulması mucize değilse nedir?

Aşk, içinde iki benliğin bir olması, saf bir sevgi, mutlak bir aidiyet ve adanmışlık duygusu dışında Ben’in diğerinin Ben’ine katıksız bir bağlılığını da gerekli kılar. Sonuç, çoğunlukla trajik olmaz, özünde hüzne dair mistik bir umudu hep taşır. Umut, yeniden doğma ve var olma potansiyelidir ki, aşk da insanı tüm hücrelerine kadar sarsar ve onları yeniden yapılandırır. Ama ironik bir şekilde, aşıklar karşılarındakini ‘yeni bir insan’ olarak inşa etme görevini üstlenirler! Asıl trajedi de böylece başlar: Karşısındaki bir ruhu, daha önceki yapısından bir iz kalmayacak şekilde yeni değerler sistemi içinde sıfırdan inşa etmek, ‘aşık olunan’ kişilikten geriye hiçbir şey bırakmama sorunsalını gündeme getirir. Bu süreç, kırılganlıklar, kavgalar, ayrılmalar ve yeniden birleşmeler halinde değişerek ve dönüşerek tamamlandığında, elde kalan ilk başlarda yoğunluğunun girdabına girilen aşk ile aynı hisler midir? Kim bilebilir?!

Bu aşamanın gerçek ve objektif bir analizi zordur, çünkü Aşk sübjektiftir, kadim metinlerdeki cümlelerden esinlenerek ‘herkesin aşkı kendine’ vurgusunu yapabiliriz. Öyle ki buna dair hiçbir muhasebe, geçerli ve tatmin edici bir sonucu ortaya koyamayacaktır. Zaten dramatik olarak sırf bu yüzden, bir aşkın sürdürülebilirliğinde, başarısızlıklar kolayca karşınızdaki partnere fatura edilebilecektir.

Hermann Broch, ’verainigung’ kavramında aşk’ı, ruhsal-düşünsel-bedensel anlamda mutlak bir birleşme olarak felsefi çerçeveye oturtur. Tabii ki karşılıklı olarak ‘kaderin sorumluluğunun üstlenilmesi’ ve ‘hayatı ve hayatın anlamının ortak arayışı' sorumluluğunu da vurgulayarak… Ama Aşkın, kurgulanmış mistik ‘bir ve bütün olma’ durumu olduğu unutulmadan.

İnsanın doğasında bulunan düşünsel ve entelektüel birikimleri, kişisel algı farkındalıkları ve kıskançlık dahil duygu durumları, kırılganlıkları besleyerek hayal kırıklıklarına yol açsa da, inat ve sebatla aşka yatırım yapanlar ve onun travmalarına göğüs gerenler, yazgılarının boyunduruğundan kurtularak ‘güzel yeni Dünya’ya’ adım atabilirler.

Küresel Pandemi ya da ülkemizi kasıp kavuran içimizi yakan orman yangınlarının yaşandığı bu apokaliptik (felaket) günlerde, bunları yazmamızın nedeni, insanlığın bir mucizeye ihtiyaç duymasıdır ki, bu bağlamda aşkın ahlaki, ruhsal ve mistik üst yapısından geçenler yani hümanizm hamurundan beslenenler, tüm insanlık için daha güzel bir dünyayı yaratma potansiyeline sahip olacaklardır.

Çağımız insanının yıllardır iç dünyasında büyüttüğü yalnızlaşma ama özel olarak da ölümün somut anlamı karşısında çaresizliği ile başedebilmek için daha büyük bir yaşam niceliği arama çabasının zirvesidir aşk. Öyle ya da böyle, kişilik bölücü zamanların yaşandığı modern çağlarda, herhangi bir kadın ya da erkek, birbirine yardım ederek iyileşir ve gerekli olan bütünlüğü Aşk ile sağlar.

Bu kadar şey yazdıktan sonra Yazarın payına ne düştüğünü merak eden okurlar için bir Japon şiiri olan Hai-Kai şarkısının sözlerini burada tekrarlamak isterim: “Badem ağacının altında idim, Allahım dedim, Aşkıma dair konuş Benimle. Ve Badem ağacı çiçek açtı.”