Otuzlu yaşlarında, yakışıklı ve bir o kadar sempatikti. Aşçıydı. Kuş uçuşu 10.698 kilometre uzaktaki ülkesinden gelmiş, dilini çok yetersiz öğrenebildiği, kültürüne, iklimine, damak tadına ve yemeklerine çok yabancı bir ülkede, bir yemek yarışmasına katılmıştı. Aşçı, tüm bu zorluklara ve katıldığı yarışmanın “Atları da Vururlar” filmini anımsatmasına, en önemlisi bir gün mutlaka “kaybedeceğinin” belli olmasına rağmen, sürekli gülümsüyordu. Yarışmayı daha renkli, izlenebilir ve merak edilebilir hale getirmesi için kullanılan bir figürdü, orası kesin. Ama Aşçı, sürekli gülümsüyor, düşe kalka sürdürdüğü yarışmada, ağzından tek sızlanma, bıkkınlık ya da umutsuzluk sözcüğü çıkmıyordu.

Dini, dili, kültürü, tarihi, en önemlisi yaşama biçimi ve alışkanlıkları bambaşka olan ülkesinden onu koparıp, bu yâd ellere düşüren şey neydi? Arayış diyordu, tutunmak diyordu, serüven diyordu çat pat diliyle. Ülkesi dünyanın en gümrah ormanına, o ormanın adını taşıyan nehrine, yeryüzündeki pek çok ülke gibi acılarla onurların, kadim kültürle tepetaklak giden toplumsal yapının bir harmanıydı. Bir yandan özellikle karnavalıyla dünyanın çekim merkezlerinden, bir yandan da vahim bir yoksulluğun ve sınıflar arası uçurumun cehennemlerindendi. İnsanlık nicedir, görkemli dev binaların arka sokaklarında, yoksulluğunu dilenmekten şiddete, sokağa atılmaktan yok sayılmaya savrulan çocuklarının birden ortadan kaybolma öykülerini dinliyordu. Dünyanın gözbebeği ormanları yanıyor, derinliklerinde hayata tutunmaya çalışan kültürler ortadan kaldırılıyor, nihayet korona (taç) salgınında en yüksek ölüm oranıyla listenin başlarında yer alıyordu. Aşçının ülkesinden savrulması ve bambaşka bir ülkedeki yemek yarışmasında çıkış aramaya kalkması için, her koşul hazırdı.

Bu vahim, saçma ve insanlara “Nefes alamıyorum!” çığlıkları attıran Yeni Ortaçağın Trumpgiller familyasından biri, o ülkenin Başkanıydı. Emperyalizmin atadığı, ağzını her açtığında demokrasi ve insan hakları karşıtlığının en galiz kelamlarını eden, ülkesinde her gün yüzlerce insan toplu mezarlara gömülürken salgını yok sayabilen, kısaca tarihteki benzerlerinden farksızdı. Alaycı, küstah, pervasız, saldırgan sıfatlarını hak etmek için elinden geleni yapan biriydi işte. Onun ve benzerlerinin, Aşçı ve benzerlerini düşünecek hali yoktu elbette. Bunun için ahlak, insana-doğaya-birikimlerine saygı ve bunun gereklerini yapmak için sağlıklı bir dünya görüşü gerekirdi. Bunlar yoktu elbette, tıpkı benzerleri gibi, hamaset, demagoji ve saçma sapan “Show business” yeter de artardı.

Aşçı, görece olarak şanslıydı elbette. Mültecilerin dramlarından uzak, modern, ferah, “reytingi tavan”, tanınmaya ve yeni yollar bulmaya elverişli bir yemek programındaydı. Delinen botlardan denizin dibine gömülme, sınır boylarında ateş altında kalma, karaya vuran bebeğinin cesedine sarılıp kaskatı kesilme, Trumpgillerin kayıkçı kavgalarında korkunç dramlarıyla şöyle bir görünüp üç günde unutulma riski yoktu. Hatta olasıdır ki, Başkan ondan “Dünyanın bir ucunda bizi temsil ediyor. Görüyorsunuz, demek ki başarılabiliyor!” diye söz ediyor olabilirdi. “We can succeed! Just do it!’”

Aşçı ülkesine döndüğünde, bu serüveni bir “başarı hikâyesi”ne dönüştürebilir, fahri temsilciliklerle donatılmasa bile, Hollywood senaryoları sayesinde köşeyi dönebilirdi. Çünkü “Neo Ortaçağ” varlığını sürdürmek için, böylesi başkanlara, öylesi aşçılara, ışıltılı hikâyelerine ve onları pazarlayacak tezgâhtarlara muhtaçtı. Öyle ya, günümüzde herkesin bir “başarı hikâyesi” peşine düşmesi, altı üstü malzemesi bedeli ne olursa olsun “bir hikâyen olsun, yeter!” demesi boşuna mıydı?

Raconu, söylemi ve katılanlarıyla ülkemize uyarlanmaya çalışılmış, hakkını verelim ki her açıdan kendini izleten, uyarlama sorunlarıyla zaman zaman “Amerikan tenceresinde Türk yemeği pişirme” tuhaflığına dönüşen o yemek yarışmasında, gerçek yarışma Aşçı Walison’lar ile Başkan Bolsonaro’lar arasındaydı. “Gönül tandırında bir aş pişiyor /Yanan ciğer mi, yürek mi?” Yeryüzünün asıl sorunu buydu. Bir gün onları oyunlaştıracağım ve temamı siz bugünden biliyorsunuz.