“Ulusal ve uluslararası belgelerde “sanayi arkeolojisi” olarak tanımlanan Elektrik Fabrikası binasının bu ihale süreci ve satışı süreciyle yok olması, binanın çevresi ile birlikte düşünülerek tasarlanmış olan ve birbirini bütünleyen, kentin bir dönem kültürünün belgesi de yok olmuş olacaktır.”

Geçen hafta yazımızı bir alıntıyla bitirmiştik ve en duyarlı tümcelerinden biri buydu.

Hukuk tarihimizdeki yerini 12 Eylül davalarından Bergama’ya sayısız davalarla ve en çok da “Doğa ve Çevre Hukuku” kavramını kamuya ve adalet mekanizmasına yerleştirerek pekiştiren Avukat Senih Özay ve ekibi, konunun muhataplarına durumu anlatıyor ve uyarıyordu.

Geniş haline kolaylıkla ulaşabileceğiniz bu mektubun ve hukuksal başvuruların, kamuya daha geniş duyurulması gerekirdi.

Neyleyelim ki basınımız başta olmak üzere, devlet ve yerel yönetim mekanizmalarının görmezden gelme alışkanlığı ile kamuya egemen olan “fikri takipsizlik”, olması gerekeni örseliyor.

Yurttaşlık ve kamusal hak ve sorumluluklarımızı unutturan, her sorgulama ve hak talebini adeta birer suça dönüştüren, hukuku yazboz tahtasına döndürüp, adalet algısını ve bilincini paramparça eden bu zehirli süreç, herhalde bir günde oluşmadı.

Şimdi bütün bunları birer kader olarak görüp, demokratik haklarımızdan ve yurttaşlık sorumluluklarımızdan vaz geçip, dayatmalara ve “ben yaptım oldu” saçmalıklarına boyun mu eğeceğiz?

Ne münasebet!

Hukuk ve adalet, hiçbir zaman bu kadar çok savunulmaya ihtiyaç duymamıştır.

Ülkemizi, yeryüzünü, kentlerimizi, birbirimizi, kısaca etik ve demokratik değerlerle donanmış bir hayatı hak etmek ve onurlu biçimde gelecek kuşaklara ulaştırmak için, başka çaremiz de yoktur.

Karşıyaka Belediyesi tarafından yeniden başlatılan “Ayın Konuğu” etkinlikleri, belki de bu yüzden ilk buluşmasını “Aramızda bir ‘hukuk’ var” adıyla gerçekleştirdi.

İzmir Barosu Başkanı Avukat Özkan Yücel’in ve Avukat Senih Özay’ın katıldığı söyleşi, bir kere daha gösterdi ki, hayatın her alanını hukuk ve adalet adına yeni bir uyanış, bilinçlenme ve mücadele merkezine çevirmekten başka çaremiz yoktur.

Bunun için de, “hukuk ve adalet algısının” temize çekilmesi gerekmektedir.

Değerli avukatlarımızı dinlerken, onların kişiliğinde bir kere daha, bilimde, sanatta, eğitimde, hukukta, kısaca kendi alanında hayatı, insanı ve yeryüzünü savunanları anımsadım ve selamladım. Avukat Molierac, şu sözleri elbette onlar adına da söylemişti:

“Görevimizi yaparken kimseye, ne müvekkile, ne hâkime, hele ne iktidara tabiyiz. Bizim aşağımızda kişilerin varlığı iddiasında değiliz. Fakat hiçbir hiyerarşik üst de tanımıyoruz. En kıdemsizin en kıdemliden veya isim yapmış olandan farkı yoktur. Avukatlar tarih boyunca köle kullanmadılar ama hiçbir zaman efendileri de olmadı!”

İşte bu yüzden Özay gibiler, hayatın avukatlığını üstlenmekten vaz geçmiyor.

İşte bu yüzden Yücel gibiler, mesleklerine dair onur ve özgürlük mücadelesi verirken, hepimizi uyarmayı ihmal etmiyor:

“Yasağın her türlüsüne karşıyız. Yasaklanması gereken tek şey vardır: umutsuzluk!”

Türk Hukuk Sistemi, kâğıt üstünde şu özelliklerle tanımlanır:

“Laik, hukuk birliğini ve yazılı kuralları esas alan, mahkemelerinin bağımsız karar vermelerini gözeten, Anayasa ve yüksek yargı organlarının kararlarını içtihat olarak kabul eden…”

Peki, nasıl olacak?

Şair “Her şey sevmekle başlar” diyor.

Bu sözü yaşadığımız sürece uyarlarsak, “Her şey bilmekle başlıyor.”

Bilmediğimiz için “sevgi” bir orta malına dönüşüyor ve işlenen her suçun içtihadına dönüşüyor. Kadını, sevdiği için öldürüyor.

Doğayı, sevdiği için katlediyor.

Ülkeyi, sevdiği için soyup soğana çeviriyor.

Tanrıyı çok sevdiği için, inancı malzemeye dönüştürüyor.

Kenti, çevreyi, trafiği, sevdiği için cehenneme çeviriyor.

En çok da bizi, bilmediğimiz için çok seviyor.

Çünkü biliyor, bildiğimiz anda öğreneceğiz: O bir suçlu!

Adaletten işte bunun için kaçıyor, hukuku kendine benzetmeye çalışıyor.

Her suçlu gibi, çok korkuyor.