Öykü/ Ayşe KİLİMCİ

Fotoğraf/ Lütfü DAĞTAŞ

Eskiden her şey nakışlanırdı. Sedir ve masa örtüleri, yastık kenarları, kırlentler, çamaşır torbaları, gardroplar yaygın değilken, kapı ardına asılan hani, peçeteler.

Badana yapılırken tavan çizgisinden iki karış aşağıya bir hat çekilir, onun üstüne gül, menekşe nakşedilirdi boyayla, hatta tahta sandalyelerle at arabalarının kasası bile... İlle sonunculara bayılırdım... İzmir’de bir ara, 20’li yıllarda sabun oymacılığı yaygınmış, özel kokulu sabunlara çakıyla gül, sümbül, kuş oyarmış ustalar, hayata güzellik mührü vururmuş insanlar da firmalar da. Şimdi ara ki bulasın... Sonra barışın el çektiği gibi, bu renkli resimler de el çekti, hayatlarımız boynu bükük kaldı. Burada önce pencere demirinden kaçan, bi kanadı mapusta öteki özgürlükte iki kuş dikkat çekiyor, sonra hepsi dikine olan birkaç duvar tuğlasından birinin enine çizilmiş olması, kedicik otursun diye. Anlıyorsunuz ki bu resim konuşuyor, konuşmak ne kelime, sesleniyor, el ediyor.

Pek neşeli.

Duvarda dünya açmış, fırdolayı da Selluka, misler gibi, buyurun... Selluka, İzmir’in yiten çiçeği... İzmir’in çılgın kadınlarından Pelin (Uğur) onu canlandırıyor yeniden, ne güzel. Dağlar var ötegeçede, mavişli, gölgeli, onlar da neşeli dağlar... Pencere demirinin gölgesi de vurmuş, alttan, duvara. Bu arada kuş iki değilmiş, birmiş, ben pencere dolusu kuş olaydı ne vardı, diye düşündüm. Sakız sardunyası da çiçekle donatmış kendini, bir dalını da aşağı uzatmış, yer sevinsin diye... Havra’daki hanın yan dış duvarı değil mi bu? Hele, diyorum nereden bu mis kokusu Selluka’nın, uzaktan mandolin sesinin?

Böyle neşeli, şarkılı, kuşlu, gölgeli göreseli, Selluka çiçekli, neşeli olaydı ömürlerimiz, ne vardı? N’apçen işte, hayat dediğin sınav yeri, çözcen gâri, gamsızlığa vurup, gülcen gari... Duvar deyip geçmeyin; bakın koca bir arzuhal yazdırdı kendine...