Ne güzel mevsimdir ilkbahar! Hele Kordonboyu'nda kısa bir gezintiye çıktıysanız... Ne güzel şehirdir İzmir bir bilseniz! 
Uykusuz geçirdiğim geceye rağmen, hala nasıl bu kadar dinç olabiliyorum anlamış değilim. Dün geceyi düşünüyorum. Maşatlık Meydanı'na gelmiş o kalabalığı... Çaresiz ve endişeli yüzleri... Mucize bekleyen, umuda hasret gözleri... Konuşmasıyla her bir kalbe ne de güzel dokundu Hacı Hasan Paşa. Kendi cümlelerim geliyor aklıma, utanıyorum. Onun gibi kalplere dokunabilmiş miydim acaba? O kalabalık içinde bir kişiyi bile yakalamış mıydı sözlerim:
 "Burayı Yunan'a vermeyeceğiz. Vermek isteyen kuvvetle paylaşacak kozumuz var."  
Tüm inancım ve cesaretimle ağzımdan çıkmış bu sözler, o mukaddes kalabalıkta etkili olabildi mi sahi? Kafamda binlerce soruyla, bir aşağı bir yukarı arşınlıyorum kordonu. Yürüyorum... Yürüyorum... Beklemek ne yorucu şeymiş. Tüm gece olduğu gibi geçmek bilmiyor saatler. İçim huzursuz, kalbim telaşlı... Kıyafetime bakıyorum nedensiz. Matemi geliyor aklıma birinin. Koyu renkli takımımın içinde cenazesini kaldırıyorum o birinin. Yüreğimde bir kuş kanat çırpmaya başladı sanki. Sakin ol! diyor yüreğim. 
- Sakin ol!
Bir ileri bir geri gitmeye devam eden ayaklarım, o eşsiz maviliğe bakan gözlerim ve acıyla dolan kalbimle birlikte, tüm bedenim boyun eğiyor yüreğimin telkinine. Hafif bir esintiyle genzime dolan iyotun kokusu, gözlerimde bir iki damlaya neden oluyor. Derin bir iç çekişin ardından kelimeler dökülüyor ağzımdan. Sonunun bilindiği ama yine de bir mucizenin beklenildiği anlara ait o kelimeler:
- Seni bir daha görebilecek miyim acaba? Aidiyetini senin maviliğinde bulmaya çalışan bu kirlilikten arınmış olduğunu görebilecek miyim? Kendimle konuşmam bitmemişti ki bir hareketlilik olduğunu fark ediyorum.  
- İşte başlıyor. Pasaport Limanı'na doğru yayılmaya başlıyor o kirlilik. Şu gelen kalabalık... Ellerinde bayraklar, yüzlerinde tebessümle kirliliğe ev sahipliği yapan şu kalabalık... Hala şaşılacak şeyler oluyormuş hayatta, ne yazık! Kalabalık çepeçevre sarıyor dört bir yanımı ve ben etrafımı saran kalabalığın içinde yalpalıyorum hafiften. Anlık bir güdüyle cebime gidiyor elim. Senkronize adımlara eşlik eden mutluluk kahkahaları, alkışlar... Öylesine bir coşku, öylesine bir uğultu... Kalbim hayal kırıklığının ateşiyle harlanıyor birden. Öfkem kolumdan tutmuş kalabalığın önüne sürüklüyor adeta. Kelimeler... Tüm duyguları zırh olarak giymiş kelimelerim, bağımsızlığını ilan ederek dökülüyor dudaklarımdan:
-  " Olamaz, olamaz... Böyle ellerini sallaya sallaya giremezler! "  
Şaşkın ve öfkeli bakışların bana yöneldiğini fark ettiğim anda, hızlıca cebime giden elim revolveri ustalıkla kavrıyor. Kalem tutmayı seven ellerimin, biçare bu haline şaşıyorum doğrusu. Kulakları sağır eden bir sesin duyulmasıyla, Efzon Alayı'nda uygun adımını tamamlıyor bayraktar... Akabinde ılık bir his kaplıyor her yanımı. Kanın tadını önceden de bilirdim ama bu sefer başka sanki. Bu sefer başka, biliyorum. Bedenim kalabalık bir grubun hışmından nasibini alıyor ve yere düşüyorum. Gözlerim insan suretinin ne kadar çirkinleşebildiğini görüyor son kez. Sonrasında benden geriye bir şey kalmıyor o bedende. Saat kulesinin dibinde bulunan bir ceset oluyorum önce. Asi diyor zafer alkışı tutanlar. Süngülerle parça parça edilmiş bir beden oluyorum sonra. Korkak olanlar için ders alınması gereken bir örnek olarak gösteriliyorum. Bir revolverin sesi oluyorum sonra. İlk kurşunu atan diyorlar adıma. Ve ben paramparça olmuş o bedenimle, direnişin sembolü Şehit Gazeteci Hasan Tahsin oluyorum.
Oysa ben Kordon'u arşınladığım o ilkbahar sabahında öylece bekliyorum. Gasp edilmiş özgürlüğümüzün iade edileceği günü bekleyerek, o kirletilmiş maviliğe bakıyorum. Şimdi ben bir bedenden öteyim artık. Kurtuluşu bekleyen arafta kalmış bir ruhum. Ve geçen bunca zaman boyunca da hep öyle kaldım. 
Ta ki o güne dek!   
İzmir'de atılan o kurşunla başlayan bağımsızlık mücadelesi, yine İzmir'de nihayet buluyor ve dört yıl boyunca kurtuluşu bekleyen ruhum sonunda özgürlüğüne kavuşuyordu. Her yerde bayram havası yaşanıyordu adeta. Sevinç çığlıkları, mutluluk gözyaşları ve muzaffer olmuş bir ordu... 
-İşte, Yüzbaşı Şerafeddin Bey! 
Hükümet Konağı önünde göğsünden yaralanmasına rağmen Konak'a girmeyi başarıyor ve balkona bayrağımızı dikiyor. Tarifi imkansız bir his sarıyor ruhumu. O ilkbahar sabahı geliyor aklıma. Ruhumun hapsolduğu o 15 Mayıs sabahı... Oysa şimdi esareti son buluyor ruhumun. Mutluluk denen şey her bir zerreye yayılabiliyormuş meğer. 9 Eylül'de, azap içinde bırakılan ruhum huzura kavuşuyor ve ben "Osman Nevres" nam-ı diğer "Hasan Tahsin" milyonlarca insanın kalbinde İzmir'li bir savaş kahramanı olarak, sonsuzluğa doğru yol alıyorum.

Yazan: Şükran Koraltan