Tarihçi- Yazar /Pınar SÖZER

Yıl 1897 idi. Tuna kıyısındaki Silistre ilinin Tataratmaca Köyü’nde bir çocuk dünyaya geldi. Kendi olanakları ile geçinmeye çalışan bu köylü aile için, tarım alanındaki çalışmalara katılacak bir iş gücüydü İsmail. Köyünde ilkokulu ve Silistre’de Rüştiye’yi bitirdikten sonra öğrenimini sürdürmek istedi. İş gücünü elden çıkarmak istemeyen babası buna karşıydı. Okumuş adamlardan memlekete bir fayda geldiğini görmemişti baba, onun bildiği; üretim yoksa hayat yoktu. Anne ise oğlunun hayatında bir şeyler değişsin istiyordu. Bir gece, zor günler için sakladığı altınlarını oğlunun ceketinin iç cebine dikerek onu okuması için gizlice İstanbul’a gönderdi. Çoğunluğu yaya olarak gittiği yol bir hafta sürdü. İstanbul’da bir paşanın konağından “madem paran yok, okumaya çalışacağına git de bilet sat” diyerek kovuldu. Aracılar tarafından aldatıldıktan, o birkaç altını da çaldırdıktan sonra, sorunlarını çözmeye çalışırken aracı kullanmaması ve yalnız kendine güvenmesi gerektiğini anladı. Tekbaşına dönemin eğitim bakanına gidip, hem de o çağın resmi diline hiç de uygun olmayan dilekçesiyle kendini Nazır Şükrü Bey’e kabul ettirdi. “Devlet beni okutsun, ben göçmenim imkânım yok, okumak istiyorum dedi”.

SERT GERÇEKLER

O günlerde İstanbul Balkan savaşlarından kaçmış yoksul göçmenlerle doluydu. Parasız yatılı öğrenci olarak alınmayı başardığı Kastamonu Öğretmen Okulu'na yine İstanbul’dan yaya olarak gitti. Giderken geçtiği Anadolu köylerindeki açlığın, sefaletin, geri kalmışlığın Rumeli köylerinden çok daha kötü durumda olduğunu gördü. Kastamonu’dan sonra İstanbul öğretmen okuluna devam ederek 1918’de okulu bitirip Almanya’ya eğitime gönderildi. Ancak savaş nedeniyle eğitimini yarıda bırakıp Anadolu’ya döndü. Konya, Ankara gibi İç Anadolu kentlerinde resim iş öğretmenliği yaptı. Kurtuluş Savaşı bitip de baş döndürücü bir hızla devrimler yapılırken bir yandan da romantik milliyetçi bir öğretmen kuşağı yetişiyordu. Bunlar, olanca iyi niyet ve hızlarıyla Anadolu’ya gidiyor, ama Anadolu’nun sert gerçekleriyle karşılaşınca, yurtseverlik bunların üstesinden gelmeye yetmiyor, çoğunluğu büyük kentlere geri gelebilmenin yollarını arıyordu. İsmail yeniden Almanya’ya gitti. Dünyaca ünlü eğitim bilimcilerin çalışmalarını takip ediyor, Almanya’daki, İtalya’daki, İngiltere’deki eğitim sistemlerini inceliyordu. 1935'de Milli Eğitim Bakanlığı'na Bulgaristan’daki köy eğitimiyle ilgili bir rapor sundu. Bir yandan kitap yazıyor bir yandan da ilköğretimin yaygınlaştırılması için çareler arıyordu. O yıla gelinceye kadar birçok yöntem denenmiş ancak eğitimin hem yaygınlaştırılması hem de Cumhuriyet kazanımlarına sahip çıkacak üreten yurttaş yetiştirilmesi konusunda istenen yol alınamamıştı.

KÖYLÜ İSMAİL

Atatürk, Milli Eğitim Bakanlığı’na eğitimci olmayan, ama en ilerici düşüncelere açık bir askerini, Saffet Arıkan’ı getirdi. Yani Arıkan, belirli bir görevi gerçekleştirmek için, son çözüm olarak, bir çeşit olağanüstü yetkilerle iş başına getirilmişti. Arıkan da İlk Öğretim Genel Müdürlüğü görevine resim öğretmeni İsmail’i seçti. Bakanlıkta lakabı “Köylü İsmail idi”. CHP kadrolarında bu görevi bekleyen birçok kişi durumdan hoşnutsuz olduğu için, bakan bu seçimle ilgili açıklama yapmak zorunda kalmış; Atatürk’ün köylü milletin efendisidir felsefesine sahip, eğitimin kırsala götürülmesiyle başarılacağına inanan, köy sorunlarını iyi tanıyan ve sürekli bu konuya kafa yoran İsmail’in bu iş için doğru kişi olduğu, tesadüfen seçilmediği ve Atatürk’ün onayını aldığını söylemişti.

KÖYDE EĞİTİM

Göreve geldiği yıl konsolosluk raporlarını inceliyor, farklı ülkelerdeki eğitim sistemlerinin faydalı olacak yönlerini bulmaya çalışıyordu. Köylerin eğitimi ve kalkınması için 20 yıllık bir programı en ince ayrıntısına kadar hazırlamıştı. Program tamamlandığında 1954’de okulsuz, öğretmensiz, geri kalmış köy kalmayacaktı. İki yıl sonra Eskişehir Çifteler’de köy öğretmeni yetiştirmek için bir eğitmen kursu açtırdı. Türkiye’nin ilk yerli otomobili Devrim'in üretildiği yer olan Eskişehir, Cumhuriyetin en büyük eğitim devrimi olan Köy Enstitüleri Projesi’nin de başladığı yer olacaktı. Ancak “Devrim” adlı arabayı yapan mühendisin “Türkiye’de hiçbir başarı cezasız kalmaz” dediği kaderi de otomobilden 21 yıl önce Köy Enstitüleri yaşayacaktı. Köylü İsmail, 1938’de “Köyde Eğitim” ve 1939’da “Canlandırılacak Köy” adlı eserlerini yayınlamış, bu kitapları yazmadan önce kapsamlı bir araştırmayla Türkiye’nin 61 ilini, 305 ilçesini ve 9 bin 156 köyünü incelemişti.

DÜNYA BİHABERDİ

Önce askerliğini çavuş ve onbaşı olarak yapmış başarılı köy gençleri kısa süreli kurslardan geçirilerek, eğitmen yapılıyor, köy çocuklarını 3 yıl okutup Köy Bölge Okulları'na gönderiyor, 4-5. sınıflara devam ettirterek ilkokul mezunu olmalarını sağlıyorlardı. İlkokulu bitirmiş sağlıklı, başarılı kız ve erkek çocuklarına Köy Enstitüleri’nde 5 yıllık eğitim verilerek köylere öğretmen, sağlık memuru olarak gönderiliyorlardı.1948’e kadar 21 bölgede 21 Köy Enstitüsü kurulmuştu. “Sanatla eğitim”, “çoklu zekâ kuramı” ,”yaparak, yaşayarak öğrenme” eğitim modellerini bugün uyguluyoruz diye eğitimimiz gelişti zannediyoruz ya, 2018’de eğitim fakültelerinde uygulamalı ders yüzdesi yüzde 7 iken 1940'da öğretmen okullarında yüzde 50 idi. Tüm bu çalımalar köye öğretmen yetiştiren enstitülerde uygulanmaya başladığında dünyanın bu kavramlardan pek de haberi yoktu.

UYGULAMALI EĞİTİM

Enstitüde her sabah dersten önce güne yöreye ait halk oyunu oynayarak ve spor yaparak başlanırdı. Her öğrenci bir müzik aleti çalmak, nota bilmek zorundaydı. Bazı enstitülerde keman ve piyano imkânı da bulunuyordu. Yıl 1940’dı. Her öğrenci yılda en az 24 kitap okumak zorundaydı, bunların yarısı dünya klasikleri yarısı da mesleki kitaplardan seçiliyordu. Her gün sabah ve akşam iki kez 40 dakika kitap okuma saatleri yapılıyordu. Okunan kitaplar 15 dakika tanıtılıyor ve tartışılıyordu.15 günde bir öğrenciler drama, güzel sanatlar ve müzik derslerinde öğrendiklerinden oluşan etkinlikler düzenleyerek köylüye sunuyorlardı. Matematik, coğrafya, fen dersleri sınıfta değil tarlalarda ölçüm yaparak, elektrik motoru tamir edilerek, su kuyusu açılarak, bataklıklar kurutularak işleniyordu. Nalbantlık, marangozluk, duvarcılık, dokumacılık, fidancılık, meyvecilik, bağcılık, kümes hayvanları bilgisi, arıcılık ve ipek böceği, balıkçılık eğitimi alıyorlardı. Parasız yatılı olan okullarda kız erkek birlikte okuyor, kendi yiyeceklerini kendileri yetiştirip, kıyafetlerini kendileri dikiyorlardı. II. Dünya Savaşı’nın ekonomik sıkıntısı yaşanan yıllarda; kendine yeten, imkânlarını en iyi şekilde değerlendiren, üreten, tasarrufu teşvik eden, bir ekonomi modeli yaratılmıştı. Enstitü öğretmeni, gönderildiği köyün okul binasını köylülerle birlikte inşa ediyor, köyün yolunu imece usulü yapıyor, tarım ve hayvancılığı köylüye tarlalarda uygulayarak öğretiyordu. Her köylü vatandaş yılda 20 gün köyün ihtiyacı olan hizmetler için öğretmenlerle birlikte çalışıyordu. Kendine güvenen, donanımlı, hakkını arayan ve çalışkan bir halk oluşmuştu. Her hafta çalışmaların aksayan yönleri, yapılacak işler öğrenci öğretmen ve yöneticilerin katılımıyla birlikte tartışılıp karara bağlanıyor, öğrenciler yönetimin aksaklıklarını eleştirip sorgulayarak demokrasi kültürünü de yaşayarak öğreniyorlardı. Ancak, itaat etmenin asli norm olduğu bir ortamda köylerin bilinçlenmesi, potansiyel bir tehlike teşkil ediyordu. Öğrencilerin kendilerine fazla güvenen ve haksızlıklara karşı tahammül edemeyen tipler olmaya başlamaları siyasi ve bürokratik elitler için son derece kaygı vericiydi. Örneğin; Cumhurbaşkanı İnönü’ye bir enstitüyü ziyareti sırasında özel yemek çıkarılması, öğrencilerin tepkisine yol açmış, öğrenciler; bu durumun eşitlik ve adalet duygusu ile bağdaşmadığını halkçılığa yakışmadığını ileri sürmüşlerdi. Mecliste Köy Enstitüleri en büyük eleştiri konusuydu. Öğretmenlerin bu kadar donanımlı olması milletvekilleri tarafından “Bunlar kedilerini Atatürk zannediyorlar bir öğretmene bu kadar yetki verilmez ki” diye eleştirilirken, köylülerin yapı işlerinde çalıştırılması angaryadır deniliyor, kızlarla erkeklerin birlikte okuması ise ahlaksızlık olarak değerlendiriliyordu. Köylüyü topraklandırma kanununa muhalefet ederek yaptırmayan meclisle bağlantısı olan toprak ağaları enstitüleri her fırsatta kötülüyor, muhafazakâr bürokratlar din dersleri olmaması, kızların erkeklerle okuması üzerinden eleştiriyordu. Kişisel ve siyasi çıkar peşinde koşanlar tarafından ise köylü ve halk hareketi olması, sosyalist düşünceye yakın uygulamalar nedeniyle komünistlikle suçlanıyordu.

TONGUÇ BABA

Oturduğu yerden emirlerle yönetmiyordu Tonguç, ulaşım imkânlarının sınırlı olduğu yıllarda iki ayda 6-7 enstitüyü ziyaret edip oralarda kalıyor, eksikleri, sorunları yerinde görmeye çalışıyordu. Kısa sürede sorunları gidermek için bürokratik başvurularla zaman kaybetmemek için enstitü yetkilileri ve öğretmenlerin bir ihtiyaç karşısında kendisine direk mektupla başvurması uygulamasını getirmişti. Öğrenciden öğretmene herkes mektup yazarak kendisine ulaşıyordu. Sistemde görevli kişileri bizzat tanıyor, öğrencilere “sevgili çocuğum” yetkililere de “sevgili kardeşim” diyen üslubuyla mektupları hiç yorulmadan cevaplıyordu. Öğrenciler ona yazdıkları mektuplarda “Tonguç Baba” diye hitap ediyorlardı.

Eğitim bilimci John Dewey; “Son yıllarda hayalimdeki okullar Türkiye’de kurulmaktadır, bunlar Köy Enstitüleri’dir”, Tarihçi Arnold Toynbee; “Enstitüler, köylü ile şehirli, halk ile aydın arasındaki uçurumu doldurmak için bulunmuş pek maharetli bir çaredir”, Fredrik W. Fernau da; “ Köy Enstitüleri, Kemalist Türkiye’nin kendine özgü ve özgün bir buluşudur”, Alman eğitimci Hausmann; “Köyün eğitim ile değiştirilmesi öğesi tümüyle Türk kökenlidir, bu niteliği ile yüzyılımızın eğitimine Türkiye‘nin katkısı büyüktür” diyordu. Amerikan Konsolosluk raporlarında Türkler çok büyük bir eğitim projesiyle geliyorlar yazılıydı. İsmail Hakkı Tonguç ve Enstitüleri İsviçre’de yayımlanan “Dünya Eğitim Ansiklopedisi’nde yer almıştı.

40 YIL İLERİDEYDİ

1938’de Hasan Ali Yücel’in Milli Eğitim Bakanı olmasıyla çok büyük bir destek bulan proje 17 Nisan 1940 yılında kanunlaşarak Köy Enstitüsü uygulaması tam bir programa kovuştu. 1946'ya kadar Enstitüler, köylerdeki öğretmen açığını kapatacak düzeyde yaklaşık 17 bin öğretmen ile 7 bin 300 sağlık memuru yetiştirmişti. Dünya savaşı ve sonrasındaki komünizm tehlikesi Türkiye’yi Amerikan yardımı alma zorunluluğuna yöneltmiş, Türkiye’de böyle bir tehlike olduğunu desteklemek için enstitüler hedef gösterilmiş, CHP’nin devrimci kadroları muhafazakâr kanadın karşısında sessiz kalmıştı. Üstelik İnönü başlangıçta desteklediği Yücel ve Tonguç’un arkasında durmayarak görevden alınmalarına göz yummuştu. 1948’de Yüksek Köy Enstitüleri kapatılmış, karma eğitime son verilmiş, öğretmene verilen tohum, tarla, inşaat araç gereçleri geri alınmış, köydeki yapı hizmetleri devlete devredilmiş, uygulama dersleri kaldırılmış, sıradan öğretmen okullarına dönüştürülmeye başlanmıştı. Demokrat Parti enstitü kütüphanelerindeki kitapları sakıncalı yayın olarak gösterip yaktı. Resmi olarak da enstitülerin ömrü 1954’de tamamlandı. Zaten şimdi köyler mahalle oldu, şimdi her şeyi de dışardan alıyoruz.

Bu enstitülerinden yetişen köy romanları yazarı, eğitimci, kitapları Japoncaya, İngilizceye, Fransızcaya çevrilen İsviçre’de üniversitelerde ders kitabı olarak önerilen Mahmut Makal’ın bir cümlesi yılların özeti gibiydi; “Köy Enstitüleri'nin tek suçu kurulduğu dönemdeki tüm kurumlardan 40 yıl ileri olmasıydı.”

Mucizeyi gerçekleştiriyordu

O yıllarda Anadolu topraklarında ilköğretim çağı nüfusunun yüzde 78'i okuma-yazma bilmiyor, bu oran köylerde yüzde 90’a varıyordu. 1930’lu yılların sonunda ülkenin okulsuz 40 bin köyü, 35 bine yakın öğretmen ihtiyacı vardı. Köylüler binlerce yıldır aynı üretim ve yaşam biçimine sahipti. Ağalık düzeni sürüyordu. Ayrıca ülke genç nüfusunu on yıllar boyu süren savaşlarda yitirmiş, köylerde kadınlar, yaşlılar, hastalar ve çocuklar ağırlıklı nüfusu oluşturuyordu. Köylerin kasaba ve kentlerle bağlantısı yok ya da oldukça sınırlıydı. Salgın hastalıklar, ilkel ve sınırlı üretim gelişmenin temel sorunuydu. Mevcut eğitim yöntemiyle nitelikli insan ihtiyacının giderilmesi söz konusu bile değildi, bunun için yüzyıl beklemek gerekirdi. Ama O, beklemeden bir çare bulmuştu.

Kaynakça: Engin Tonguç, Devrim Açısından Köy Enstitüleri ve Tonguç, Mimar Sinan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Köy Enstitüleri Özel Sayı