Hikayemin sonlanış şekli üzmüş insanları, benden daha çok acı vermiş insanlara. Şaşıyorum doğrusu, ben mucizeler gerçekleştirmemiştim ki. Tanrıların benim için belirlediği kaderi yaşamıştım sadece, hepsi bu. Hikayemi bilenler durumun bundan ibaret olmadığını düşünüyor, bilmeyenler ise merak içinde. Öyleyse dinleyin ey merak içinde olanlar! Hikayemi bir de benden dinleyin.

"Ben Penthesileia! "

Savaş tanrısı Ares ve Otrera'nın kızı, Hippolyte, Antiope ve Melanippe'nin kızkardeşi, Amazonlar'ın kraliçesi Penthesileia. Erkeklerin egemen olduğu bir dünyada, erkeklere eşit sayılmak isteyen kadınlardan oluşan bir toplulukta dünyaya gelmiştim. Topluluğumuzda bulunan her kadın gibi özgür olmak istiyordum, ancak yaşadığımız dünyada bağımsız bir kadın olabilmek kolay değildi, çünkü bir kadın için bağımsızlığın kapısını açabilecek olan tek anahtar savaşabilmekti. Bu yüzden savaşmayı öğrendim, savaşabilmek için de güçlü olmayı. Gücün yalnızca bedende olmadığını, esas gücün akılda olduğunu da öğrendim. Böylece bir Amazon kraliçesinin sahip olması gereken tüm vasıflara sahip olmuştum. Korkusuzdum ve güçlüydüm. Hayatımın kontrolü benim ellerimdeydi ya da ben öyle sanıyordum. İnsan genç bir kadınken her şeyin kendi yörüngesinde olduğunu zannediyor. Oysa bu koca bir yanılgıdan başka bir şey değilmiş. Ne yazık ki bunu acı bir tecrübeyle öğrenecektim:

Hayatımı kendi eksenimin dışına çıkaran her şey bir geyik avıyla başlamıştı. Doğanın tüm canlılığına ve coşkusuna karşın kardeşlerimle birlikte ölüm sessizliğine bürünmüş ve avlarımıza odaklanmıştık. Yaprakların hışırtısı ve karşımda duran geyiğin ürkmüş yüreğinin sesini hala duyarım. O güne dair duyduğum ve kulaklarımdan hiç çıkmayan bir başka ses de Hippolyte'nin tiz çığlığıydı. Sonrası büyük bir boşluk... Tüm canlılığımı elimden alan ve beni yaşarken ölüme mahkum eden koca bir boşluk... Geyik avlamaya çalışırken, kız kardeşimi nasıl öldürmüştüm inanın bilmiyorum. Bildiğim tek şey, tanrıların bu yüzden beni affetmediğidir. Bu talihsiz kaza sonrasında yapmam gereken şey, Hippolyte'nin ardından gitmek olmalıydı, ancak bunu yapamazdım. Ben bir Amazon kraliçesiydim ve hayatım onurlu bir savaşçı olarak savaş meydanında sonlanmalıydı. Hippolyte bu diyarı terk ettiğinde beni de beraberinde götürmüştü aslında, çünkü bir Amazon'nun başka bir Amazon'u öldürmesinin yanı sıra, bir kadının öz kızkardeşini öldürmesiyle sonuçlanmıştı bu talihsiz kaza. Yüreğim acıyla doluydu. Ne yaparsam yapayım affedemiyordum kendimi. Günlerim acı ve pişmanlıkla geçerken bir gün  Hector'un ölüm haberini aldık. Troya'nın cesur prensi kahraman Hector, Akha ordusunun yenilmez savaşçısı Akhilleus'un ellerinde can vermişti. Kral Priamos acı içindeydi ve çaresizdi. Tıpkı benim gibi... İkimizde yakınını kaybetmenin verdiği üzüntünün mahkumuyduk ve yardıma muhtaçtık.

Priamos değer verdiğim bir kraldı ve Akha kralı Agamemnon ile yıllardan beri süregelen savaşta desteğe ihtiyacı vardı, çünkü artık Hector yoktu. Hiç düşünmeden kararımı vermiştim. Bizler Amazonlar olarak Priamos'un yanında yer almalıydık. Troya, Anadolu demekti. Anadolu sahip olduğumuz topraklardı. Anadolu özgürlüktü ve biz topraklarımıza göz dikmiş olanlara, özgürlüğümüze zincir vurmak isteyenlere karşı savaşmalıydık. Neyse ki bu düşüncemde yalnız değildim. Antibrote, Ainia, Clete, Alcibie, Antandre, Bremusa, Derimacheia, Derinoe, Harmothoe, Hippothoe, Polemusa ve Thermodosa'da benim gibi düşünüyordu. Hemen hazırlıklara başladık ve hiç vakit kaybetmeden yola koyulduk. Troya'ya vardığımızda Hector'un cenazesi sonlanmıştı ve ara verilen kanlı savaş güneşin ilk ışıklarıyla yeniden başlayacaktı. Bu yolculukta beni Troya'ya sürükleyen ve bir türlü kabuk bağlamayan kalbimdeki yaraya, ne yazık ki bir yenisi daha eklenmişti. Yol arkadaşlarımdan Clete, Troya'ya ulaşamamıştı ve asla ulaşamayacaktı. Clete, ardında hiçbir iz bırakmadan gemisiyle birlikte denizin derinliklerinde kaybolmuştu. Bu kayıp Hippolyte'nin acısına eklenerek, tarifi imkansız bir sızıyla yüreğime yerleşmişti. Ardı ardına yaşadığım kayıplar, Penthesileia olmaya dair ne varsa almıştı elimden. Gücüm, korkusuzluğum, ve yaşama sevincim... Hepsi, birer birer terk etmişti ruhumu ve ölüm, tüm gece boyunca ismini fısıldamıştı kulağıma. Derken, acıyla boğuşan kalbime korku çat kapı misafir olmuştu. Bilinmeze karşı duyduğum korkunun zorba misafirliği, ancak gecenin el ayak çekmesiyle sona ermişti. Güneş nazlı yüzünü göstermeye karar verdiği anda, ruhumun tüm hezeyanları bedenimi terk etmiş ve Penthesileia'yı geri vermişti. Ben Penthesileia'ydım. Güçlü savaşçılardan oluşan Amazonlar'ın kraliçesi Penthesileia. Hiçbir şey bu gerçeği gölgeleyemezdi. Bir Amazon'dum ve öyle davranmalıydım. Gün ilk ışıklarıyla Troya topraklarını aydınlatırken, birliklerimle beraber Troya ordusuna katılmıştık. Amazonlar olarak biz, yıllardan beri süren Akha taaruzuna karşı, aşılmaz surları sayesinde güçlü bir direniş gösteren Troya'nın yanında savaşmak için buradaydık ve bu savaşı zafere taşımadan dönmeye niyetimiz yoktu.

Gün aydınlanırken başlayan çarpışmamız hala devam ediyordu. Derin derin soluyorum miğferimin içinde. Troya'nın o meşhur deniz kokusunu düşünüyorum. Kim bilir neredeydi şu an? Tüm iliklerime kadar işlemiş olan kan kokusu, hafif bir baş dönmesi yaşamama neden oluyor, ancak hemen toparlıyorum kendimi. " Şimdi olmaz." diyorum, "Şimdi kendini bırakma zamanı değil Penthesileia! Dört bir yanın Akha askerleriyle mücadele içindeyken, bırakıp gidemezsin. Sen bir Amazonsun Penthesileia, bir Amazonsun sen!" Tüm gayretimle atağa geçiyorum tekrar. Seri hareketlerle kullandığım baltamın, kaç Akha askerini Hades'e yolladığını bilemiyorum. Attığım her adımda bir Akha askeri çıkıyor karşıma. Çığlıklar, bir kumaş gibi yırtılan deriler, kırılan kemiklerin çıkardığı sesler ve kan kokusu... Toprak kan kokuyor, hava kan kokuyor, nefesimiz bile kan kokuyor. Zamanla tüm kokular birer birer siliniyor hafızamdan. Şarap nasıl kokardı? Bir yasemin nasıl kokardı? Hatırlayamıyorum. Tüm hayatım boyunca tek bir koku solumuşum sanki! Bildiğim, duyduğum tek koku buymuş sanki: Kan kokusu... Tüm çığlıkların ve tüm kalabalığın ortasında birinin bakışları çekiyor dikkatimi. Hızlı adımlarla bana yaklaştığını görüyorum. İlk başta fark edemiyorum  kim olduğunu ama bana doğru yaklaştıkça, göz alıcı zırhından tanıyorum onu. Meşhur Akhilleus... Akha ordusunun yenilmez savaşçısı, Hector'un katili Akhilleus...

Tanıdığım anda bende yürüyorum ona doğru ve çevik bir hareketle savuruyorum baltamı. Akhilleus, büyük bir ustalıkla manevra yapıyor ve mızrağıyla karşı atağa geçiyor hemen. Sayısız askerle savaşmıştım ama bu sefer çetin bir kayaya denk gelmiştim. Gerçekten söylendiği kadar zorlu bir savaşçıydı Akhilleus. Çarpışmaya başladığımızdan beri kaç saat geçmişti farkında değildim. Yorgunluğumu tarif etmem mümkün bile değildi ama pes edemezdim, etmemeliydim. Penthesileia'ydım ben. Bir Amazon'dum, bir kraliçeydim, bir savaşçıydım ve bir kadındım. Sonuç ne olursa olsun savaşmayı bırakamazdım. Akhilleus gerçekten de büyük bir savaşçıydı. Düşman olarak karşı karşıya gelmemiz ne büyük talihsizlikti! Çarpışma boyunca ben bunları düşünürken, Akhilleus ne düşünüyordu acaba? Bir kadınla ya da bir Amazon kraliçesiyle savaştığını biliyor muydu? Miğferim sadece gözlerimi açıkta bıraktığı için, muhtemelen kim olduğumu bilmiyordu. Zaten bende bilmesini istemezdim. Aksi halde eşit bir karşılaşma olmazdı. Saatler geçiyordu, ikimizde yorulmuştuk ama ikimizde pes etmeye niyetli değildik. Bir ara göz göze gelecek kadar yakın bir mücadeleye tutuştuk, ama sonra geriye doğru hamle yaptık ikimizde. Sebebini anlayamadığım bir hisle, derin derin soluyor ve karşımda duran adama bakıyordum.

Tanrılar, biz insanların kaderini nasıl da kendi isteklerine göre şekillendiriyordu ve biz insanlar buna engel olabilecek hiçbir şey yapamıyorduk. Gözlerim Akhilleus'un gözlerinde sabitlenmişti. Aniden beliren bir Akha askerinin araya girmesini fark edemeyecek kadar dalmıştım ve her şey o anda olmuştu. Göğsümde derin bir acı vardı ve her yeri kaplayan o kan kokusu yavaş yavaş kayboluyordu. Derin bir hırıltı çıkıyordu göğsümden. Ne olduğunu anlamak için başımı öne doğru eğdiğimde, Akhilleus'un mızrağını gördüm ve o an anladım her şey bitmişti. Dikkatimi dağıtan Akha askerinin sağladığı avantajı Akhilleus kaçırmamıştı ve mızrağını yıldırım hızıyla göğsüme saplamıştı. Bir mızrak, büyük bir kaya kadar ağır gelebiliyormuş bedene. Göğsüme yerleşmiş mızrağın sebep olduğu hırıltılar coşku içinde şarkı söylerken, hafızamdan silinen tüm kokular gibi kan kokusuda silinmişti. Burnum işlevini yitirmiş, telaşlı ağzım olabildiğince açılmış, bir parça nefes alabilmek uğruna debelenip duruyordu. Dizlerimin bağı çözülüyor o sıra, bedenim yere düşen baltama eşlik etmek üzereyken, bir el kavrıyor belimi ve düşmekte olan bedenimi tutuyor sıkıca. Saatlerdir kiminle savaştığını merak eden Akhilleus, kıvrak bir hareketle miğferimi çıkarıyor. Miğferimin çıkmasıyla birlikte saçlarım özgürlüğüne kavuşuyor ve omuzlarımdan aşağıya düşüyor. Çaresizce titreyen bir "Ahh! " sesi işitiyorum aniden:
"Tanrım! Bir kadın bu... Tüm hayatım boyunca gördüğüm en güzel kadın! "   

Uzakta ki bir ormanın derinliklerinden geliyormuşcasına duyduğum bu sözler, işittiğim son sözler oluyor. Gözlerim, son kez Akhilleus'un gözlerini görüyor ve ben Amazonlar'ın kraliçesi Penthesileia, Akhilleus'un kollarında terk ediyorum bu diyarı. Aşık olmanın ya da aşık olunabilecek bir kadın olmanın ne demek olduğunu bilmeden, ardımda bir aşık bırakarak, bir daha dönmemek üzere gidiyorum. Ben bu diyarı terk ederken, kendi elleriyle öldürdüğü bir kadının, son kez kendisine bakan gözlerinde aşkı bulan bir adam kalıyor geride. Hem de acı içinde pişmanlık duyduğu sırada, kendisiyle dalga geçen ve cesedime saygısızlık eden arkadaşı Thersites'i öldürecek kadar aşık olan bir adam!

Dinlediniz mi?  
" Ey merak içinde olanlar! " İşte, benim tüm hikayem bu...

Yazan: Şükran Koraltan