Otururduk pencere önüne, sokakta yağmurdan hızlı hızlı yürüyenleri, ıslanmamak için koşuşanları izlerdik. Arada bir de, yüksek sesle ya “Yağ yağ yağmur / Tarlada çamur / Teknede hamur / Ver Allah'ım ver/Sicim gibi yağmur” ya da “Yağmur yağıyor, seller akıyor, Arap kızı camdan bakıyor” diye söylenirdik.

Yağmur yağar, yerler ıslanır ama afat olsa bile duymazdık. Ne sosyal medya vardı ne de internet falan. Fakat bir de benim “yağmur izlediğim” çocukluğumun geçtiği yerler ya Çimentepe idi ya da Ballıkuyu, Kireçlikaya. Hep çeper yani. Sular bizim oralarda durmaz, aşağı doğru akar giderdi. Aşağıda da bir şekilde ya denize ya logarlara akardı. Su baskınları olur muydu, inanın bilmiyorum ama olurdu sanıyorum. Çünkü İzmir; depremi de, yağmuru da “meşhur” kent tarihte.

Fakat düşünmeye başladım ciddi ciddi. Acaba Tabiat Ana, İzmir’i evlatlıktan mı reddetti? Depremdi, seldi derken endişem artıyor geleceğe dönük. 1995’te onca insanımızı yitirdiğimiz yağmur ve selden sonra da birkaç kez sıkıntı yaşadık ama geçen günlerde yaşadığımız, afetin de afetiydi sanırım. Can da yitti bu yağmurda.

Yağmur daha bitmeden yapılan bazı cahil yorumları dikkate bile almıyorum. Hele yağmur gibi bir doğal afeti, sanki kendileri olsa farklı olacakmış gibi yorumlayıp, siyasi rant peşinde olan cahilleri hiç ciddiye almıyorum. Onlara insani olarak tavsiyem biraz geçmişe dönüp bilgi edinme ihtiyacı duymalarıdır.

İzmir “özel” şehir, dağları, bayırları, toprakları bereketli şehir. Denizde de, karada da hem can olan şehir. Tabiat Ana, sanki övmüş de donatmış İzmir’i... Ama şartları varmış belki de. “Oynama benimle!” dermiş de geçmişten bugüne kimseler duymamış. Kordon’daki o güzelim iki katlı evleri bir şaşkın müteahhitin aklına kurban etmişiz. Bu konuyu da bir gün yazacağım aslında. Kordon’un yıkılmasının da bir “emperyalist intikam arka planı” var gibi geliyor bana. Tabii, İzmir’de bulunan bir “lobinin de” Fuar’da “tenis kulüp buluşmalarında” kararlaştırdığı bir “biraderlik ittihatı da” var ama zaman erken. Yazarım elbet... Liste uzun nasıl olsa.

İzmir’de sel de olur, deprem de... Önemli olan “ders almak.”

Gidelim mi sizinle şimdi 1918 İzmir’ine? Gazetemiz “Hukuk-u Beşer”, şehit Hasan Tahsin Receb’in başyazar olarak yayımladığı gazete. Bu gazetenin 22. sayısına götüreceğim sizi şimdi. “Nedir Bu Halkın Çektiği” diye bir yazı var ki sormayın. Bakın ne yazıyor:

“On, on beş günden beri yağan şiddetli yağmurlardan yollar fena halde bozuldu. Bazı günler pek çok caddeler deniz, göl haline geliyor. Buralardan mürur ve ubûra mecbur olan bîçare insanların çektikleri meşakkatler, uğradıkları kazalar, belalar tahammül edilemez dereceyi bulmuş ve hele Göztepe gibi uzak yerlerde oturan zavallılar için gidip gelmek artık tehlikeli, muhataralı, uzun bir sefer haline gelmiştir. Vapurların ekseriyetle işlemesinden dolayı vesait-i nakliye de yalnız tramvaylara münhasır kalıyor. Artık hıncahınç, tıka basa dolan ve sular içinde kazazede birer kayık gibi yüzen tramvayların halini bir görmeli! İkide bir de şirket vapurlarını alıp götürüyorlar. Haydi, mecburiyet-i devriyesiyle buna hak verelim: Vakıa bu seferlerin daha başka suretlerle temin olunup olunamayacağı da şayan-ı tetkiktir ya! Fakat mesela vapur bugün seferinden avdet eden ancak yarın yahut öbür gün mutat seferlerine başlar. Bu bir iki günlük istirahatlerin sebebi nedir? Vapur gelir gelmez hemen işlemeğe başlayamaz mı? Halk müthiş sıkıntılara ızdırablara, kazalara maruz kalırken bu işlere karışan makamat ne yapıyor, bunları niçin görmüyor? Nedir bu ihmal, nedir bu lakaytlık, nedir bu halkın çektiği?”

Bakın tekrar ediyorum tarih: 2 Aralık 1918... Dil biraz ağır kaçabilir ama anlayacağınızı sanıyorum.

(Oktay Gökdemir hocamıza benden kocaman bir teşekkür daha. Çünkü Hukuk-u Beşer’in tıpkı basımı onun APİKAM Müdürlüğü sırasında gerçekleşti.)

İzmir’de yağmur anormal yağınca şartlar değişmiyor, ha 1918, ha 2021. Yalan mı?

Şimdi gelelim 1930 Ekim’ine...

1930 yılının ekim ayında olmuş büyük bir afet daha. Orhan Beşikçi ustanın bir yazısından öğrenmiştim. Tek tek baktım gazetelere 1930 Ekim ayı Anadolu ve Hizmet Gazeteleri günlerce haber yapmışlar. (İsteyen o gazetelere APİKAM’dan ulaşabilir (www.apikam.org.tr üye olmanız şartıyla).

600’’ün üzerinde yıkım, 70’e yakın da ölü var mesela bu selde. Öyle büyük afet ki, Vali Kâzım Paşa’nın makam otomobili de saplanmış çamura ve Vali Paşa’yı halk kurtarmış. Öyle böyle değil yani zarar ziyan. Tahmini maddi zararın 1 buçuk milyonu aştığını yazmış gazeteler. Hatta gazetelerde öyle ilginç haberler var ki, Hizmet Gazetesi’nin 29 Ekim 1930 nüshasında Orhan Rahmi adlı başyazar “Açlar ve toklar! Nereye gidiyorsunuz ey karnı tok olanlar!” başlığıyla bir yazı yayımlamış ki sormayın... Yazıyı şu anda oda duvarıma astım. Zira 1930 ile 2021 arasında “insani yaklaşımlarda” mükemmel fark göremedim. 1930’da demek ki İzmir’in zenginlerinin bir umursamazlığını tespit etmiş ve yazmış.

Aslında bir de çok nazik bir dille “Yağmurun Dersleri” diye bir baş sayfa kutusu var 27 Ekim 1930 nüshasında. Orada da hedef belediye...

Yağmur çok olunca kent yaşamı da etkilenince tabii ki hepimiz “Nerede bu belediye!” diyoruz. Bu hiç değişmez. Ancak benim tuhafıma giden şudur bu yağmurda. Cehalet ve sorgulama o kadar yerlerde ki, daha iki yılını doldurmayan belediye yönetimleri mi hedefe konmalı yoksa 1918’den bu yana her yağmurda ziyan gören İzmir’in, baştan aşağı geçmişi mi sorgulanmalı?

Örnek veriyorum, suyun biriktiği, taştığı yerlere ve buraların 100 yıl öncelerine bakın... Durduk yerde olmuyor ki Tabiat Ana’nın öfkesi.

Size İzmir’in sözde zengin caddelerinin imar geçmişlerini yazsam “yuh” dersiniz. Neden hâlâ Alsancak’ta, Kemeraltı’nda, Karataş’ta baskınlar oluyor? Belediyeler 2021 imkânlarıyla yine iyi noktada. 1918’in, 1930’un çok ötesinde. Başkanlar, Vali daha ilk damlada sokağa çıktı. Ama artık bu kentin, ciddi olarak masaya yatırılması şart. Kordon’da, İnönü, Mithatpaşa, Yalı caddelerinde sürekli hale gelen sıkıntılar artık görülmeli.

Ha şunu da söylemek gerekiyor, doğal afetlerde “sen, ben” ayrımından vazgeçmeli “birileri.” Çünkü sel suları bentleri aştığında, önüne kattıklarına hangi partiden olduklarını sormuyor.

Bu yağmurda ben geçen 100 yılın bazı ölülerini hayırla anmadım. Çünkü onların, yaşarken sergiledikleri rant düşkünlüklerinin ve ihanetlerinin faturaları, şimdi kalbi doğa için çarpan Tunç Soyer ve ekibine çıkarılmaya çalışılıyor.

Bırakalım Allah aşkına afetten siyaset devşirmeyi! Herkes önce bir aynaya baksın yeter!

***

"Onlar" Bizim çocuklarımız!

Deprem yaşadık... Depremden sonra en güzel bakışları, en sıcak yaklaşımı, en fazla yardım elini “onlardan” gördük...

Sel yaşadık... “Onlardan” birini, yarı beline kadar girip suya, “canlar yitmesin” diye uğraşırken gördük...

Eli silahlı teröristler saldırdı adliyeye, yine “onlardan” birini, hem de tek başına, canı pahasına canları korurken gördük...

15 Mayıs 1919 günü, emperyalistlerin, İzmir’i ilk “onların” kanıyla suladığını gördük... Şimdi Kapılar’da anıtı biliyoruz sadece...

Kim onlar? Türkiye Cumhuriyeti polisleri. Tarihlerine baktığımızda, “her şeyi” görüyoruz dünden bugüne. Çünkü hiç olmadıkları kadar “halkın içinden” içimizden insanlar polislerimiz.

Yanlış da, doğru da, iyi de, kötü de var onlarda. Gencecikleri de var, deneyimli yaşlıları da var. Onların da birbirinden farklı bakışları, düşünceleri var.

Polislerimizin içinde “kötüler de” var biliyoruz, yaşadık... Darbe dönemlerinde, içlerinden “canavar” çıkan ve bir de utanmadan “ünlü” olan polisleri unuttuk mu? Hayır!

Manisalı liseli gençlere “işkence” yapan “polisleri” unuttuk mu? Hayır!

Ya Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi öğrencisi Serkan Eroğlu’nun “katledilmesi?” Çocuk yaştaki öğrenciyi önce “asan,” sonra “intihar ettiğini” yazan raporları hangi “polisler” yazmıştı?

Ya “cemaatin polisleri?” İzmir Büyükşehir Belediye binasını 2011’de "basan” ve çerçeve indiren polisler?

“Kötü” yok olmaz ki âlemden!

Boğaziçi Üniversitesi Rektörü “değişti.” Cumhurbaşkanı, “birini” tayin etti... Rektör dediğimiz “üniversitenin” başı. Ama “üniversite” bir “müdürlük” değil ki! Üniversite, bilim aydınlığının ışıldadığı, demokrasinin yaşam biçimine döndüğü yer. Kanları “deli” akan yurt gençlerinin “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” yetiştikleri yer. Rektörün muhatabı “öğrencidir,” bilimdir, bilimselliktir. Rektörün muhatabı, ne olursa olsun siyaset olamaz. Siyasetin gölgesi bile, bilimsel ahlaka aykırıdır.

Ama ülkemde öyle bir karıştı ki “sapla saman,” öyle bir “tekerrür” ediyor ki tarih...

Ders alınmadı, alınmıyor... Sürekli dinamitleniyor “birliğimiz…”

Televizyonda bir dizi film var. “Payitaht Abdülhamit” adıyla. Fırsat buldukça izliyorum. Sanırım tüm iktidar partisi mensupları da izliyor. Tarihi biraz alt üst eden, doğrularla yanlışların hatta zamanın bile yer yer değiştirildiği, popüler temalı ve Sultan II. Abdülhamit’in saltanat yıllarını konu eden bir dizi.

Dizinin bazı bölümlerinde, İstanbul’daki “üniversite öğrencileri”, Sultan’a karşı “Hürriyet, Adalet, Müsavat” diye ayaklanır. Padişahın bulunduğu sarayın ya da binanın önünde toplanıp sloganlar atar. Padişah da balkona çıkar ve kendileriyle “sıcak” bir konuşma yapar. Sürekli “Evlatlarım” der. Öğrenciler ikna olur ya da olmaz ama dağılır.

Bu gerçekte böyle midir bilemem. Tarihte farklı bilgiler de var, zindanlar gibi, sürgün gibi. Ama her zaman yazarım II. Abdülhamit “çok iyi anlaşılmış” bir padişah değil ne yazık ki. Bunun nedeninin de “emperyalist” ataklar olduğunu defalarca yazdım, konuştum.

Pek, iktidarın böyle “muhteşem” diye anlatmaya çalıştığı Abdülhamit, kendine karşı slogan atan gençlere “Evlatlarım” diyorsa, bugün Boğaziçi öğrencileri gençleri nasıl “terörist yılan” olabiliyor?

Hangi ülke kendi evlatlarına “yılan” der söyleyin bana? Bu tür söylemler, kesinlikle kışkırtıcı söylemlerdir. Çünkü “yılan” dediklerinizin annelerine, babalarına da “bir şey demiş” oluyorsunuz.

Peki “bizim polisimizin” bu kadar şiddetle yaklaşması nasıl açıklanabilir? Hele savunmasız kalmış, duvar önünde sıkıştırılmış yurttaşlara, gençlerin gözlerine yakından “gaz sıkmak” nedir acaba? O polisleri, bu kadar “şiddetli” olmaya iten “emir komuta zincirini” araştırmak lazım.

Başta Cumhurbaşkanı olmak üzere tüm erkân-ı devletin sakin olması, sakince durumu anlamaya çalışması gerekir. Tabii bu arada da “tarih okumalarında” büyük fayda var. O slogan atan, düşüncelerini haykıran, üniversitelerine sahip çıkan evlatlarımızın arasına gerçekten kötü niyetli kişiler karışıyorsa, bunu bulmak ve çıkarmak da devletin görevidir. Tabii “amaç” başka değilse?

Ha şunu da yazmam lazım ki, erkân-ı devlete önerim “tek kanallı tarih “değil “mukayeseli tarih” okumalarıdır. Görecekler ki; dün de, bugün de, yarın da “fikirler cebir ve şiddetle, top ve tüfekle yok edilemez!”

En doğrusu “barika-i hakikatin, müsademe-i efkardan doğduğu” gerçeğine inanmaktır. Yani “Gerçeğin ışığı, fikirlerin çatışmasından, tartışılmasından doğar!”

Bu satırları “sığ siyaset” açıyla okuyup “siyaset” yazdığımı düşüneceklere ricam, bir daha beni okumasınlar. Çünkü şahsi olarak ben an itibariyle mevcut siyaset söylemlerin tümünü “yanlış” görüyorum ve bu köşeye sığ siyaseti almam!