Mayıs mı o kapıda duran?
içeri alın, terini silin
su içirin kurumasın yaprakları
gizleyin ölü işçi fotoğraflarını
kırılmasın kalbi
tam da yürüyüşe geçecekken…

Mayıs mı o kapıda duran?
koyverin hasretin o vakur tahammülünü
sıkıca sarılın, bırakın düşsün kasketi
selamını söyleyin, selam bile bırakamayanların
ama gerçeği ve yalnız gerçeği de söyleyin
faşizmin gölgesini, çardak serinliğine yormasın…

Mayıs mı o kapıda duran?
deyin ki eksildikçe nisan, çoğaldı insan
artık sığmamaktadır göğe denize
vakt erişti, dem dirildi, cem zamanıdır şimdi
söyleyin de yüzü gül, eli nergis, nefesi karanfil kesilsin
deyin ki, bütün bunları hatırlamak için

Ey Mayıs, tam zamanında geldin…

Bu şiiri kaç yıl önce yazdım, bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var ki, emeğin ve kendini tanımlamasının üstünden bin silindir geçti. Her açıdan bir sefalet beyanı olan sistem, her fırsatta önce emekçinin üstüne çullandı. Yalnız değildi kuşkusuz. Tedarikçileri, yardım ve yataklık edenleri, başka zihniyetlerin, algıların ve ahlakın rüzgarını estirenler, emeği ve emekçiyi yalnızlaştırdı.
Emek, tarih boyunca sol söylem ve duruşla kendini tanımlamıştır. Neyleyelim ki, solun solması, hazindir ki en çok, kendini “sol” olarak pazarlayanların eliyle oldu. Örneğin, kadim bir dünya görüşünü, acımasızca kökene, dile, ırka indirirken, temellerin çatırdadığını ve şovenizmin, ırkçılığın ocağında buluştuklarını anlayamayıp, sistemin servis elemanı haline dönüştüler. Kapitalizm ve emperyalizm göbek attı. Korkunç bir savaş hali hüküm sürerken, bir ülke mezarlığa dönüşürken, kof ve kurnaz hamasetle kitleler uyuşturulurken, kimin aklına gelirdi ki emek ve emekçi? Sol adına konuşanların ağzından, artık onlara dair bir kelam bile çıkmıyordu ve gidişatın kimse farkında değildi. Sola ve savunduğu değerlere diş bileyenlere, bu gün neden en çok oy emekçi mahallelerinden çıkıyor, düşünecek kimse kalmamıştı.

Reddettikleri ne varsa kendi yapılarında ve anti demokratlığın dik alasıyla yaşamayı ve küçük olsun benim olsun mantığını yeterli görenlerin, emek ve emekçi dünyasından her gün biraz daha uzaklaştıklarını görecek halleri yoktu. Rotatifler yalana, manşetler ahlaksızlığa döndü.

Şiirden resimden kovdular emeği, işçiye uğramaz oldu tiyatro ve roman. Korkunç bir yabancılaşma ve savrulma ikliminde dolaşır oldular. Ama Orhan Kemal’i, Nazım Hikmet’i, Bertolt Brecht’i ve nicesi ağızlardan düşmez. Bu mevzu bir başka hazin hikâyedir, anlatırız.

Kutlanacak bir şey yok. “1 Mayıs” bari bunları düşünmeye yarasın. Yaşasın emek ve dayanışma!